13 Mart 2014 Perşembe

27 MAYIS VE TÜRKİYE'DE ANAYASA OYUNLARI, MEHMET ARİF DEMİRER

“27 MAYIS” ve  “A N A Y A S A  MAHKEMESİ 1998”
27 MAYIS askeri darbe ve ihtilal rejiminin Kıbrıs Türkü’ne ne tür bir elçi gönderdiğini, davasını nasıl ihmal ettiğini ayrıntılı bir biçimde gördük. Aynı zihniyetin, kişisel bir kapris nedeni ile başlatılan “6/7 Eylül Yassıada Davası” ile  Yunan-Rum ikilisinin eline ne tür bir silah verdiğini de inceledik. [1]Sıra bu değişmez zihniyetin 1998 yılında nasıl hortladığına geldi: Anayasa Mahkemesi’nin 9.12.1997 tarih ve 1997/4 sayılı kararı. (Not: Gerekçeli Karar geç yazılmış ve ancak 1998 yılı ağustos ayında tarafımıza tebliğ edilmiştir.)
Anayasa Mahkemesi’ne 11 Haziran 1996 tarihinde uzunca bir dilekçe ve ekinde birkaç yüz sayfalık kitap, belge vs ile başvurdum. Yassıada’daki o yüz karası ve Güven Dinçer’in ifadesi ile “hukuk kiri” olan 6/7 Eylül Davasının yeniden görülmesini talep ettim. Gerekçe olarak da ABD Senatörü D’Amato’nun aldırdığı ABD senato kararı ile bu davanın Rumlar ve Yunanlılar tarafından “şahit belge” olarak gösterilmekte olduğunu, D’Amato’nun girişiminin 7.8.1995 tarihini taşıdığını gösterdim.
Hukukun geçmişte kalan karanlık bir tünelinde sıkışmış kalmış değildim. Kıbrıs sorununu bahane ederek Türkiye’nin tüm dış politikasını Kıbrıs’ta taviz konusuna endeksleyen  ülkelerin elinden hiç olmazsa 6/7 Eylül Davası nedeni ile 1961 yılında enayice ve haksız yere verdiğimiz silahı geri alabilirdik.
Aslında bu dava ile ilgili Yassıada kararının yanlış olduğunu anlamak için hukuk profesörü olmaya gerek yoktu. Konuyu biraz araştıran herhangi bir kişi 6 Eylül 1955’de yaşanan olayların o zamanki deyim ile “mürettep” olmadığını kolaylıkla görebilirdi.
Şöyle ki:
1.      Olayların yaşandığı tarihte Londra’da devam etmekte olan üçlü (İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında) konferansta çok başarılı olmuştuk. Vurlu-kırlı bır nümayişe kesinlikle gerek yoktu.
Şahit: Metin Toker’in 10 Eylül 1955  tarihli AKİS Dergisindeki yazısı [2]
2.      Coşkun Kırca tanık olarak mahkemeyi yanlış yönlendiren bir ifade vermişti. “Mealen” hatırladığı telgraf çok daha uzundu ve hatırladığından bambaşka bir hedefe yönelikti. Bunun için de sanık Zorlu ısrarla dönemin müsteşarının,  Atina Büyükelçisinin ve diğer kıdemli diplomatların tanık olarak çağırılmalarını istemiş, savcı ise bu talebi gerekçe göstermeden red etmişti. Dahası, sol görüşlü büyükelçi Dikerdem Yüksek Adalet Divanı’na bizzat başvurarak tanıklık yapmak istemiş, savcı bu öneriyi de, gerekçe göstermeden red etmişti.
Şahit: Dikerdem’in anıları, tutanaklar ve telgrafın aslı ile Kırca’nın “mealen” hatırladıkları. [3]
3.      Sanık Menderes ısrarla 1955 yılında Demokrat Parti il başkanı olan Orhan Köprülü’nün dinlenmesini istemişti. Savcının suçlamalarında DP il ve ilçe örgütlerinin tertibe katıldıkları iddiası vardı. Bu durumu en iyi bilen kişi ise  il başkanı olmalıydı. Şahit olarak dinlenmeliydi. Orhan Köprülü muhbir Fuat Köprülü’nün oğlu, yalancı şahit Kırca’nın da kayınbiraderi idi.
Orhan Köprülü de şahit olarak dinlenmedi ve Karar’dan bir gün sonra (6 Ocak 1961) Kurucu Meclis’e üye olarak atandı !
4.      Basın, özellikle Yassıada davasından sonra, 6 Eylül 1955 günü Rumların evlerinin, işyerlerinin ve onlara ait diğer yapıların tamamen tahrip olduğunu yazagelmiştir. Türk Basını’na göre Rumlar da bu olaylardan sonra İstanbul’u terk etmişler ve böylelikle İstanbul’un kültür mozayiği yok olmuştur. Bu, klasik “6/7 Eylül” edebiyatıdır.
İstanbul’da Rumlara ait yaklaşık 50 bin ev, işyeri ve diğer yapılar vardı.
Bunların sadece % 10’u tahrip olmuştu.
Patrikhane ile Yunanistan Başkonsolosluğu’nun tek bir camı dahi kırılmamıştı. Rumlar İstanbul’u terk etmek bir yana 1957 seçimlerinde oylarının tamamını DP’ye vermişler ve DP’den iki milletvekili çıkarmışlardı. Rumların İstanbul’dan sürülmeleri 1964 İnönü azınlık hükümeti dönemine rastlar.
Türk Basını’nın, bu gerçeklere rağmen çok uzun bir süre, her yıl, 6 veya 7 Eylül günü aynı yanlışı neden sürdürmüş olduğunu açıklamak mümkün değildir. İki nedenle değildir.
Bir; kendimizi suçlarken kendimize haksızlık yapıyoruz. Olayın boyutunu abartıyor; örneğin,  Rumların 1955’den sonra İstanbul’u terk ettiklerini yazarken, yanlışı,  yazıyoruz.
İki; olayı T.C. Hükümeti tertiplememiştir. Bu saçma iddiayı biz Yassıada’da enayice kendi kendimize yöneltmişiz. Yetmemiş bir de mahkeme kararına bağlamışız. Türk basını da yanlış üstüne yanlış katarak yangına körükle gitmiş.
Araştırmadan. Soruşturmadan. Ezbere. 
5.      1960 yılına yaklaşılırken, 1959’da, Kıbrıs ile ilgili Zürih ve Londra anlaşmaları imzalanmış, Atina ile Ankara’nın arasında tam bir “dostluk” ortamı gerçekleşmiş ve 1959 yılının mayıs ayında Yunan Başbakanı Karamanlis ile Dışişleri Bakanı Averoff’un Ankara ve İstanbul’a yaptıkları ziyaret bu dostluğu pekiştirmişti. O tarihlerde ana muhalefet lideri İnönü ise Uşak’ta Yunan generali Trikopis’in Kurtuluş Savaşı’nda esir alındığı evi  ziyaretle meşguldu!.
O tarihte 6/7 Eylül 1955 olayları ile ilgili olarak ne Rumların ne de Atina’nin bir suçlaması ya da talebi vardı.
Şahit: Averoff’un anıları.   
6.      Yassıada’da bu olayın bir dava konusu haline gelmesi Fuat Köprülü’nün kişisel kini sonucu Yenisabah gazetesine verdiği demeçtir.
Şahit: Türkeş’in anıları ve adı geçen demeç [4]
İşte, gerçekler böyle iken, T.C. Anayasa Mahkemesi’nin 9.12.1997 tarih ve 1997/4 sayılı kararını nasıl yorumlayabiliriz?
Önce Başkanvekili Güven Dinçer’in karşıoy yazısından önemli bölümleri okuyalım:
“Dışişleri Bakanı’nın (Zorlu’nun) Londra’dan Bakanlığa çektiği telgraf (bkz sh 22-24) yargılamada adeta saklanmıştır…Mahkeme dosyalarının içinde gün ışığına çıkarılmayan belge ne zaman açıkça tartışılabilirse o zaman elde edilmiş sayılır…Telgraf yeni delildir…Yassıada’da telgrafın ketmedilişi ve Dışişleri Bakanlığı’na yorumlatıl- mamasının sebebi, hükmün daha önceden hazır olduğunun delilidir…Coşkun Kırca’nın tanıklığı bir hükme medar olamaz. Öncelikle bu tanığın ifadesinin (kişisel değerlendirme ve konuma dayanan) Yassıada tipinde bir tanıklık olduğu açıktır. Şahit bildiğini ve gördüğünü açıklar. Ortada olmayan ve Londra’dan merkeze gönderilen bir telgrafın, bilgi notu olarak gönderildiği Paris Büyükelçiliği’ndeki metninin 5-6 yıl sonra hatırda kalan “mealine” dayanılarak yapılan, tanıklık değil, ihtilal tipi bir bilirkişiliktir…
Yukarıda açıkladığım nedenlere dayanarak bir hukuk ve adalet kiri hakkında yasal zorunluluklarla bu istemin [5] esastan incelenmesine katılıyorum ve tarih önünde adil bir yargılama yapılabilmesi için yargılamanın yenilenmesi yolunda oy kullanıyorum.”
Anayasa Mahkemesi, Güven Dinçer’in bu görüşüne rağmen, bire karşı on oy ile yeniden yargılama talebimi  red  etmiştir.
Anayasa Mahkemesi, 1998 yılında, Yassıada’da peşin hüküm ile verilen bir kararı yeniden incelemek istememiştir. Oysa bu karar T.C. hükümetine kendi elimizle enayice sürdüğümüz bir lekedir. Üstelik de Rumların ve Yunanlıların bu yönde bir talebi yok iken. 6/7 Eylül 1955 olaylarını Yassıada’da dava konusu yapanları anlamak ne kadar zor ise, Anayasa Mahkemesi’nin on sayın üyesinin elimize adli tatil esnasında geçen bu kararlarını anlamak aynı ölçüde zor, zordan da öte, imkansızdır.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını alınca ilk iş Cumhuriyet Başsavcısı’ndan bir randevu istedim. Bu konuda kendisinin birşey yapıp yapamayacağını sordum. Başsavcı ancak Adalet Bakanı’nın bir yazı ile Anayasa Mahkemesine başvurabileceğini söyledi. Sayın Bakan’dan randevu talep ettim. Bir ay geçti. Ses çıkmadı. Konuyu ciddi televizyon kanalı NTV’ye anlatmak istedim. İlgililer önce faksımı kaybettiler. Sonra da telefona çıkmadılar. Basın da ilgilenmedi. Güncel değilmiş.
Sanırsınız Yunanistan’da, bir Türk vatandaşı olarak Yunanistan’ın aleyhinde bir girişimde bulunuyorum. Verin bir Kıbrıslı Rum’un eline benzer bir dosyayı, bir hafta sonra bütün internet sayfalarına geçmemişse,  New York Times’dan The Times’a kadar tüm gazetelerde manşet olmamışsa…
27 Mayıs’tan beri böyle Türk medyası. Ciddi konularla ilgilenmiyor. Eleştiriyi hiç kabul etmiyor. Bu durumu anlamakta zorluk çekiyorum. Anlayamıyorum. Vatandaş olarak çok üzülüyorum. Hakketmiyoruz
SONUÇ
Sonuç olarak; 27 Mayıs, ihtilale dönüştürülen acemice yapılmış bir “askeri darbe” idi. Türkiye’ye zaman kaybettirdi. 1961 anayasası 1980’e kadar zaten delik deşik oldu. Sağ-sol tartışma ve çatışmaları ülkeyi uzun bir süre ikiye böldü. 12 Mart ve 12 Eylül’ü yaşamak zorunda kaldık. Kıbrıs Türkü ihmal edildi. Denktaş’ın da ifade ettiği gibi 1963/64’de Ankara gafil avlandı. Bu, Kıbrıs Türkü’nün 11 yıl boyunca kan kusmasına neden oldu. Yassıada ise  tam bir rezalet idi. Bir hukuk rezaleti. Hukuk kiri!
6/7 Eylül olaylarını onaylamak mümkün değildir. O olayların sorumluları bizleriz. Hepimiz. Fuat Köprülü’nün çok haksızca yaptığı gibi bu olayların günahını iki kişiye, dolayısı ile T.C. devletinin hükümetine yüklemek insafsızlıktır. Kırca’nın tanıklığı hakkında Sn. Güven Dinçer en doğru tanımlamayı yapmıştır. Köprülü gibi, damadı Kırca gibi, insanlar Yassıada’daki yanlış ve gerçekleri saptıran ifadeleri ile neyin nereye varacağını düşünemediler. Kişisel kinlerine mağlup oldular. Kendi hükümetlerine leke sürdüler.
Ben, bu lekeyi temizlemek istedim. Karşıma “Anayasa Mahkemesi 1998” ve konu ile ilgilenmeyen Türkiye medyası çıktı. “2 bine 2 kala”, Anayasa Mahkemesi’nin tutumunu ve diğer ilgililerin konu ile ilgilenmemelerinin yorumunu, değerlendirmesini, okuyucuya bırakıyor ve bir yerde o kişileri Allaha havale ediyorum.
 Mehmet Arif Demirer, 29 Ekim 1998

[1]              Kısa bir açıklama
[2]              Bkz. EK – 1, Aziz Nesin Bölümü
[3]              Bkz. ???
[4]              Bkz: ???
[5]              İade-i muhakeme talebimin


ÖNSÖZ
“14 Mayıs 1950 tarihimizin altın harflerle yazılmış dönüşüm sayfalarından biridir. Türk demokrasisinin mutlu bir günüdür.
Demokrat Parti’nin, yüzde 90 gibi rekor bir katılımla gerçekleşen, siyasi tarihimizin tek dereceli ve meşru ilk genel seçimleri sonucunda, toplam oyların yüzde 55’ini elde ederek, parlak bir seçim zaferiyle, 27 yıllık tek parti iktidarını sona erdirdiği, milletimizin özgür iradesini iktidara taşıdığı gündür.
14 Mayıs 2010 günü, 14 Mayıs heyecanını, 60 yıl önceki coşku ve kıvançla bir kez daha yaşadık.
Ne mutlu bizlere ki, bugün de aynı Demokrat Partililik inanç ve bilinciyle dopdoluyuz… ‘Kırat’ ruhuyla, dimdik ayaktayız.
Hedefimiz aynı…
Misyonumuz aynı…
Aynı mücadele ve şeref bizleri bekliyor.
Bugün de, 60 yıl önceki gibi, büyük sıkıntılar içindeki halkımızın toplumsal muhalefetini örgütlemek, beklenti ve taleplerini ‘Yeter, Söz Milletindir!’ kararlılığı ile iktidara taşımak zorundayız.
Millet bugün de, hilesiz, hurdasız, yalansız, dolansız, tuzaksız, korkusuz, istismarsız, ayıpsız bir yaşam ve demokrasi istiyor.
Millet, özgür iradesinin baskı altında tutulmamasını, yoksulluğunun ve çaresizliğinin sömürülmemesini istiyor.
Millet; birlik, bütünlük, dayanışma, adalet ve eşitlik istiyor.
Millet; kardeşlik, güven, kalkınma, huzur, iş, aş ve özgürlük istiyor.
Milletimiz, 60 yıl önce, aynı toplumsal talepler için iktidar olan ve bunu başaran Demokrat Parti’yi unutmadı…
O özgürlükçü ve kalkınmacı geleneğin partisinden, bugün de milletimizin beklentisi aynı.
Bu nedenle halkımız, bugün bir kez daha Demokrat Parti çatısı altında buluşuyor.
60 yıl önce ve daha sonraki dönemlerde de hep olduğu gibi, ‘Kırat’ yine yollarda…
Çünkü millet yine ‘Kırat’ı çağırıyor!
Demokrat Parti var,  ‘Kırat’ var; güven Türkiye!
Demokrat Parti iktidarı 5 milyon kentli ve 16 milyon köylüyü devraldı. 16 milyon köylü şekerin, yemeklik yağın tadını bilmezdi. Elektrik ile tanışmamıştı. Kağnı, at arabası ve at dışında ilçeye gidecek bir taşıt aracı ya da yolu yoktu. Hastalandığı zaman ilçeye dahi gitse, ilçede de ne eczane vardı ne de doktor. Eczanesi olmayan il merkezinin sayısı 7 idi. Salgıon hastalıklar çok yaygındı. Yalnız veremden yılda 50 bin kişi ölüyordu. 1949 yılının buğday üretimi, 1938 yılından % 40 daha düşüktü.  
Demokrat Parti her şeyden önce durmuş bulunan Anıtkabir inşaatını hızlandırdı ve ilgililere Antıkabir’in 10 Kasım 1953 tarihine yetiştirilmesi kesin talimatını verdi (6 Haziran 1950). Ardından yasada ezanın zorunlu olarak Türkçe okunmasına ilişkin maddeyi değiştirdi, oturuma katılan tüm CHP’li milletvekillerinin olumlu oyları ile (16 Haziran 1950).
Menderes hükümetleri on yıl içinde Türkiye’yi bambaşka bir ülke konumuna getirdi. Ülkenin yetersiz altyapısını tamamladı, enerji yatırımlarını gerçekleştirdi, sanayileşmeyi başlattı, NATO güvenlik sistemine girmemizi sağladı, Orta Doğu güvenlik sistemi CENTO’yu (Bağdat Paktı) ve Balkan ittifakını kurdu. Kıbrıs’ta barışı sağladı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör ülkesi oldu. Türk bayrak ve askerinin Ada’ya geri dönmesini başardı. AET’ye başvuruyu yaptı ve başvuru 42 gün içinde kabul olundu.
Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes çok sayıda yabancı ülkeyi ziyaret ettiler ve çok sayıda yabancı devlet ve hükümet başkanları Türkiye’ye geldiler. Bu ziyaretlerin en önemlisi Cumhurbaşkanı Bayar’ın 1954 ABD seyahatidir. Bayar ve eşi bu seyahatin ilke günü (ve gecesi) Başkan Eisenhower ve eşi tarafından Beyaz Saray’da ağırlandılar. Bu ziyaretin ve iki devlet başkanları arasındaki yakınlığın bir sonucu olarak Başkan Eisenhower 3 Mayıs 1955 tarihinde bir ilke imza attı: ABD’nin bir yabancı ülke ile imzaladığı ilk ‘Barış için Atom Antlaşması’. Antlaşmayı Türkiye adına Washington Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin imzaladı.  
Demokrat Parti ‘Her Köye Yol’ dedi ve bunu % 80 oranında gerçekleştirdi. Böylelikle köylü kentlere geldi, tüketime katıldı ve Milletin Efendisi oldu.
Bunu hazmedemeyenler de bir ilke imza attılar: 27 Mayıs 1960. İsmet İnönü’nün 4 Eylül 1961 günü TBMM binasından çıkarken açıkladı: “Asil İhtilalciler verdikleri sözü tuttular”. 33 subay ve aralarına aldıkları 5 general ile 27 Mayıs Darbesi’ni yapmışlardı. Daha sonra aralarından bir vefat etti, on üçü yurtdışına sürgüne gönderildi ve Devlet Başkanı Gürsel dışında yirmi iki kişi kaldılar, Asil İhtilalciler.
Bir yanda Devlet Başkanı Gürsel öte yanda Asil İhtilalciler; CHP Genel Başkanı ile pazarlıklar yaptılar. Kurucu Meclis kuruldu, 1961 Anayasası hazırlandı. Referandumda katılanların % 60’ı EVET dedi ama katılmayanlar da hesaplandığında EVET demeyenlerin % 50.15 idi.
İşte idamlara 12 gün kala bir ay sonra yapılacak seçimlerden de CHP’ye % 60 oy çıkacağı hesabını yapan İsmet İnönü Asil İhtilalcilere Türk Milleti’nin minnetini ifade etti.
Arkadaşım Mehmet Arif Demirer’in DP ile ilgili yayımlanmış 21 kitabı var. 2006 yılında bana 60 ıncı Yıl Kitaplarını göndermiş ve sonuncusu (6 ıncı) için Önsöz istemişti. Önsöz’ün sonunda şöyle yazdığımı hatırlıyorum:
“Sayın Mehmet Arif Demirer’e çok teşekkür ederim. Demokrat Parti gerçeğini gün ışığına çıkardı. Bu çalışma, (DEMOKRAT PARTİ 60. Yıl Kitapları) denebilir ki, “Yassıada savunmasını tamamlamıştır.” Demokrat Parti’ye milletçe var olan borcumuzun bir taksidini daha ödediğimizi söyleyebilirim.”
Mehmet Arif Bey, ağırlıklı olarak Kurucu Meclis’in öyküsünü ve Demokrat Parti’yen bir baba ve kızının haksız iftiralarına cevaplar veren bu yeni kitabı ile, 27 Mayıs’ın 50 inci yıldönümünde Bayar-Menderes ve arkadaşlarının Demokrat Parti’sine borcumuzun bir taksidini daha ödemiş oluyor. Demokrat Parti Genel Başkanı kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile, Demokrat Parti’yi 60 yıl önce iktidara taşıyan 3.Cumhurbaşkanımız merhum Celâl Bayar ve demokrasi şehidimiz Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere, ülkemiz insanını hem birinci sınıf vatandaş yapan, hem de Türkiye kalkınmasını başlatan Demokrat Parti’nin unutulmaz 1946-1960 yönetim kadrosunu saygıyla selamlıyor, ebediyete intikal etmiş değerli büyüklerimize Allah’tan rahmet dilerken, hayatta bulunanlara da sağlıklar ve mutluluklar temenni ediyorum.

Hüsamettin Cindoruk, 14 Mayıs 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder