“27 MAYIS” ve “A N A Y A S A
MAHKEMESİ 1998”
27 MAYIS askeri darbe ve ihtilal
rejiminin Kıbrıs Türkü’ne ne tür bir elçi gönderdiğini, davasını nasıl ihmal
ettiğini ayrıntılı bir biçimde gördük. Aynı zihniyetin, kişisel bir kapris
nedeni ile başlatılan “6/7 Eylül Yassıada Davası” ile Yunan-Rum ikilisinin
eline ne tür bir silah verdiğini de inceledik. [1]Sıra
bu değişmez zihniyetin 1998 yılında nasıl hortladığına geldi: Anayasa
Mahkemesi’nin 9.12.1997 tarih ve 1997/4 sayılı kararı. (Not: Gerekçeli Karar
geç yazılmış ve ancak 1998 yılı ağustos ayında tarafımıza tebliğ edilmiştir.)
Anayasa Mahkemesi’ne 11 Haziran 1996
tarihinde uzunca bir dilekçe ve ekinde birkaç yüz sayfalık kitap, belge vs ile
başvurdum. Yassıada’daki o yüz karası ve Güven Dinçer’in ifadesi ile “hukuk
kiri” olan 6/7 Eylül Davasının yeniden görülmesini talep ettim. Gerekçe olarak
da ABD Senatörü D’Amato’nun aldırdığı ABD senato kararı ile bu davanın Rumlar
ve Yunanlılar tarafından “şahit belge” olarak gösterilmekte olduğunu,
D’Amato’nun girişiminin 7.8.1995 tarihini taşıdığını gösterdim.
Hukukun geçmişte kalan karanlık bir
tünelinde sıkışmış kalmış değildim. Kıbrıs sorununu bahane ederek Türkiye’nin
tüm dış politikasını Kıbrıs’ta taviz konusuna endeksleyen ülkelerin
elinden hiç olmazsa 6/7 Eylül Davası nedeni ile 1961 yılında enayice ve
haksız yere verdiğimiz silahı geri alabilirdik.
Aslında bu dava ile ilgili Yassıada
kararının yanlış olduğunu anlamak için hukuk profesörü olmaya gerek yoktu.
Konuyu biraz araştıran herhangi bir kişi 6 Eylül 1955’de yaşanan olayların o
zamanki deyim ile “mürettep” olmadığını kolaylıkla görebilirdi.
Şöyle ki:
1. Olayların
yaşandığı tarihte Londra’da devam etmekte olan üçlü (İngiltere, Türkiye ve
Yunanistan arasında) konferansta çok başarılı olmuştuk. Vurlu-kırlı bır
nümayişe kesinlikle gerek yoktu.
Şahit: Metin
Toker’in 10 Eylül 1955 tarihli AKİS Dergisindeki yazısı [2]
2. Coşkun
Kırca tanık olarak mahkemeyi yanlış yönlendiren bir ifade vermişti. “Mealen”
hatırladığı telgraf çok daha uzundu ve hatırladığından bambaşka bir hedefe
yönelikti. Bunun için de sanık Zorlu ısrarla dönemin müsteşarının, Atina
Büyükelçisinin ve diğer kıdemli diplomatların tanık olarak çağırılmalarını
istemiş, savcı ise bu talebi gerekçe göstermeden red etmişti. Dahası, sol
görüşlü büyükelçi Dikerdem Yüksek Adalet Divanı’na bizzat başvurarak tanıklık
yapmak istemiş, savcı bu öneriyi de, gerekçe göstermeden red etmişti.
Şahit:
Dikerdem’in anıları, tutanaklar ve telgrafın aslı ile Kırca’nın “mealen”
hatırladıkları. [3]
3. Sanık
Menderes ısrarla 1955 yılında Demokrat Parti il başkanı olan Orhan Köprülü’nün
dinlenmesini istemişti. Savcının suçlamalarında DP il ve ilçe örgütlerinin
tertibe katıldıkları iddiası vardı. Bu durumu en iyi bilen kişi ise il
başkanı olmalıydı. Şahit olarak dinlenmeliydi. Orhan Köprülü muhbir Fuat
Köprülü’nün oğlu, yalancı şahit Kırca’nın da kayınbiraderi idi.
Orhan Köprülü de
şahit olarak dinlenmedi ve Karar’dan bir gün sonra (6 Ocak 1961) Kurucu
Meclis’e üye olarak atandı !
4. Basın,
özellikle Yassıada davasından sonra, 6 Eylül 1955 günü Rumların evlerinin,
işyerlerinin ve onlara ait diğer yapıların tamamen tahrip olduğunu
yazagelmiştir. Türk Basını’na göre Rumlar da bu olaylardan sonra İstanbul’u
terk etmişler ve böylelikle İstanbul’un kültür mozayiği yok olmuştur. Bu,
klasik “6/7 Eylül” edebiyatıdır.
İstanbul’da Rumlara ait yaklaşık 50 bin
ev, işyeri ve diğer yapılar vardı.
Bunların sadece % 10’u tahrip olmuştu.
Patrikhane ile Yunanistan
Başkonsolosluğu’nun tek bir camı dahi kırılmamıştı. Rumlar İstanbul’u terk
etmek bir yana 1957 seçimlerinde oylarının tamamını DP’ye vermişler ve DP’den
iki milletvekili çıkarmışlardı. Rumların İstanbul’dan sürülmeleri 1964 İnönü azınlık
hükümeti dönemine rastlar.
Türk Basını’nın, bu gerçeklere rağmen çok
uzun bir süre, her yıl, 6 veya 7 Eylül günü aynı yanlışı neden sürdürmüş
olduğunu açıklamak mümkün değildir. İki nedenle değildir.
Bir; kendimizi suçlarken kendimize
haksızlık yapıyoruz. Olayın boyutunu abartıyor; örneğin, Rumların
1955’den sonra İstanbul’u terk ettiklerini yazarken, yanlışı,
yazıyoruz.
İki; olayı T.C. Hükümeti
tertiplememiştir. Bu saçma iddiayı biz Yassıada’da enayice kendi kendimize
yöneltmişiz. Yetmemiş bir de mahkeme kararına bağlamışız. Türk basını da yanlış
üstüne yanlış katarak yangına körükle gitmiş.
Araştırmadan. Soruşturmadan.
Ezbere.
5. 1960
yılına yaklaşılırken, 1959’da, Kıbrıs ile ilgili Zürih ve Londra anlaşmaları
imzalanmış, Atina ile Ankara’nın arasında tam bir “dostluk” ortamı gerçekleşmiş
ve 1959 yılının mayıs ayında Yunan Başbakanı Karamanlis ile Dışişleri Bakanı
Averoff’un Ankara ve İstanbul’a yaptıkları ziyaret bu dostluğu pekiştirmişti. O
tarihlerde ana muhalefet lideri İnönü ise Uşak’ta Yunan generali Trikopis’in
Kurtuluş Savaşı’nda esir alındığı evi ziyaretle meşguldu!.
O tarihte 6/7
Eylül 1955 olayları ile ilgili olarak ne Rumların ne de Atina’nin bir suçlaması
ya da talebi vardı.
Şahit: Averoff’un
anıları.
6. Yassıada’da
bu olayın bir dava konusu haline gelmesi Fuat Köprülü’nün kişisel kini sonucu
Yenisabah gazetesine verdiği demeçtir.
Şahit: Türkeş’in
anıları ve adı geçen demeç [4]
İşte, gerçekler böyle iken, T.C. Anayasa
Mahkemesi’nin 9.12.1997 tarih ve 1997/4 sayılı kararını nasıl yorumlayabiliriz?
Önce Başkanvekili
Güven Dinçer’in karşıoy yazısından önemli bölümleri okuyalım:
“Dışişleri Bakanı’nın (Zorlu’nun) Londra’dan
Bakanlığa çektiği telgraf (bkz sh 22-24) yargılamada adeta saklanmıştır…Mahkeme
dosyalarının içinde gün ışığına çıkarılmayan belge ne zaman açıkça
tartışılabilirse o zaman elde edilmiş sayılır…Telgraf yeni delildir…Yassıada’da
telgrafın ketmedilişi ve Dışişleri Bakanlığı’na yorumlatıl- mamasının sebebi,
hükmün daha önceden hazır olduğunun delilidir…Coşkun Kırca’nın tanıklığı bir
hükme medar olamaz. Öncelikle bu tanığın ifadesinin (kişisel değerlendirme ve
konuma dayanan) Yassıada tipinde bir tanıklık olduğu açıktır. Şahit
bildiğini ve gördüğünü açıklar. Ortada olmayan ve Londra’dan merkeze gönderilen
bir telgrafın, bilgi notu olarak gönderildiği Paris Büyükelçiliği’ndeki
metninin 5-6 yıl sonra hatırda kalan “mealine” dayanılarak yapılan, tanıklık
değil, ihtilal tipi bir bilirkişiliktir…
Yukarıda açıkladığım nedenlere dayanarak
bir hukuk ve adalet kiri hakkında yasal zorunluluklarla bu istemin [5] esastan incelenmesine katılıyorum ve tarih önünde
adil bir yargılama yapılabilmesi için yargılamanın yenilenmesi yolunda oy
kullanıyorum.”
Anayasa Mahkemesi, Güven Dinçer’in bu
görüşüne rağmen, bire karşı on oy ile yeniden yargılama talebimi
red etmiştir.
Anayasa Mahkemesi, 1998 yılında,
Yassıada’da peşin hüküm ile verilen bir kararı yeniden incelemek istememiştir.
Oysa bu karar T.C. hükümetine kendi elimizle enayice sürdüğümüz bir
lekedir. Üstelik de Rumların ve Yunanlıların bu yönde bir talebi yok iken. 6/7
Eylül 1955 olaylarını Yassıada’da dava konusu yapanları anlamak ne kadar zor
ise, Anayasa Mahkemesi’nin on sayın üyesinin elimize adli tatil esnasında geçen
bu kararlarını anlamak aynı ölçüde zor, zordan da öte, imkansızdır.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını alınca ilk
iş Cumhuriyet Başsavcısı’ndan bir randevu istedim. Bu konuda kendisinin birşey
yapıp yapamayacağını sordum. Başsavcı ancak Adalet Bakanı’nın bir yazı ile
Anayasa Mahkemesine başvurabileceğini söyledi. Sayın Bakan’dan randevu talep
ettim. Bir ay geçti. Ses çıkmadı. Konuyu ciddi televizyon kanalı NTV’ye
anlatmak istedim. İlgililer önce faksımı kaybettiler. Sonra da telefona
çıkmadılar. Basın da ilgilenmedi. Güncel değilmiş.
Sanırsınız Yunanistan’da, bir Türk
vatandaşı olarak Yunanistan’ın aleyhinde bir girişimde bulunuyorum. Verin bir
Kıbrıslı Rum’un eline benzer bir dosyayı, bir hafta sonra bütün internet
sayfalarına geçmemişse, New York Times’dan The Times’a kadar tüm
gazetelerde manşet olmamışsa…
27 Mayıs’tan beri böyle Türk medyası.
Ciddi konularla ilgilenmiyor. Eleştiriyi hiç kabul etmiyor. Bu durumu anlamakta
zorluk çekiyorum. Anlayamıyorum. Vatandaş olarak çok üzülüyorum. Hakketmiyoruz
SONUÇ
Sonuç olarak; 27 Mayıs, ihtilale
dönüştürülen acemice yapılmış bir “askeri darbe” idi. Türkiye’ye
zaman kaybettirdi. 1961 anayasası 1980’e kadar zaten delik deşik oldu. Sağ-sol
tartışma ve çatışmaları ülkeyi uzun bir süre ikiye böldü. 12 Mart ve 12 Eylül’ü
yaşamak zorunda kaldık. Kıbrıs Türkü ihmal edildi. Denktaş’ın da ifade ettiği
gibi 1963/64’de Ankara gafil avlandı. Bu, Kıbrıs Türkü’nün 11 yıl boyunca kan
kusmasına neden oldu. Yassıada ise tam bir rezalet idi. Bir hukuk
rezaleti. Hukuk kiri!
6/7 Eylül olaylarını onaylamak mümkün
değildir. O olayların sorumluları bizleriz. Hepimiz. Fuat Köprülü’nün çok
haksızca yaptığı gibi bu olayların günahını iki kişiye, dolayısı ile T.C.
devletinin hükümetine yüklemek insafsızlıktır. Kırca’nın tanıklığı hakkında Sn.
Güven Dinçer en doğru tanımlamayı yapmıştır. Köprülü gibi, damadı Kırca gibi,
insanlar Yassıada’daki yanlış ve gerçekleri saptıran ifadeleri ile neyin nereye
varacağını düşünemediler. Kişisel kinlerine mağlup oldular. Kendi hükümetlerine
leke sürdüler.
Ben, bu lekeyi temizlemek istedim.
Karşıma “Anayasa Mahkemesi 1998” ve konu ile ilgilenmeyen
Türkiye medyası çıktı. “2 bine 2 kala”, Anayasa Mahkemesi’nin
tutumunu ve diğer ilgililerin konu ile ilgilenmemelerinin yorumunu,
değerlendirmesini, okuyucuya bırakıyor ve bir yerde o kişileri Allaha
havale ediyorum.
Mehmet Arif Demirer, 29 Ekim 1998
[2]
Bkz. EK – 1, Aziz Nesin Bölümü
[5]
İade-i muhakeme talebimin
ÖNSÖZ
“14 Mayıs 1950 tarihimizin altın harflerle yazılmış dönüşüm
sayfalarından biridir. Türk demokrasisinin mutlu bir günüdür.
Demokrat Parti’nin, yüzde 90 gibi rekor bir katılımla
gerçekleşen, siyasi tarihimizin tek dereceli ve meşru ilk genel seçimleri
sonucunda, toplam oyların yüzde 55’ini elde ederek, parlak bir seçim zaferiyle,
27 yıllık tek parti iktidarını sona erdirdiği, milletimizin özgür iradesini
iktidara taşıdığı gündür.
14 Mayıs 2010 günü, 14 Mayıs heyecanını, 60 yıl önceki coşku
ve kıvançla bir kez daha yaşadık.
Ne mutlu bizlere ki, bugün de aynı Demokrat Partililik inanç
ve bilinciyle dopdoluyuz… ‘Kırat’ ruhuyla, dimdik ayaktayız.
Hedefimiz aynı…
Misyonumuz aynı…
Aynı mücadele ve şeref bizleri bekliyor.
Bugün de, 60 yıl önceki gibi, büyük sıkıntılar içindeki
halkımızın toplumsal muhalefetini örgütlemek, beklenti ve taleplerini ‘Yeter,
Söz Milletindir!’ kararlılığı ile iktidara taşımak zorundayız.
Millet bugün de, hilesiz, hurdasız, yalansız, dolansız,
tuzaksız, korkusuz, istismarsız, ayıpsız bir yaşam ve demokrasi istiyor.
Millet, özgür iradesinin baskı altında tutulmamasını,
yoksulluğunun ve çaresizliğinin sömürülmemesini istiyor.
Millet; birlik, bütünlük, dayanışma, adalet ve eşitlik
istiyor.
Millet; kardeşlik, güven, kalkınma, huzur, iş, aş ve özgürlük
istiyor.
Milletimiz, 60 yıl önce, aynı toplumsal talepler için
iktidar olan ve bunu başaran Demokrat Parti’yi unutmadı…
O özgürlükçü ve kalkınmacı geleneğin partisinden, bugün de
milletimizin beklentisi aynı.
Bu nedenle halkımız, bugün bir kez daha Demokrat Parti
çatısı altında buluşuyor.
60 yıl önce ve daha sonraki dönemlerde de hep olduğu gibi,
‘Kırat’ yine yollarda…
Çünkü millet yine ‘Kırat’ı çağırıyor!
Demokrat Parti var, ‘Kırat’ var; güven Türkiye!
Demokrat Parti iktidarı 5 milyon kentli ve 16 milyon köylüyü
devraldı. 16 milyon köylü şekerin, yemeklik yağın tadını bilmezdi. Elektrik ile
tanışmamıştı. Kağnı, at arabası ve at dışında ilçeye gidecek bir taşıt aracı ya
da yolu yoktu. Hastalandığı zaman ilçeye dahi gitse, ilçede de ne eczane vardı
ne de doktor. Eczanesi olmayan il merkezinin sayısı 7 idi. Salgıon hastalıklar
çok yaygındı. Yalnız veremden yılda 50 bin kişi ölüyordu. 1949 yılının buğday
üretimi, 1938 yılından % 40 daha düşüktü.
Demokrat Parti her şeyden önce durmuş bulunan Anıtkabir inşaatını
hızlandırdı ve ilgililere Antıkabir’in 10 Kasım 1953 tarihine yetiştirilmesi
kesin talimatını verdi (6 Haziran 1950). Ardından yasada ezanın zorunlu olarak
Türkçe okunmasına ilişkin maddeyi değiştirdi, oturuma katılan tüm CHP’li
milletvekillerinin olumlu oyları ile (16 Haziran 1950).
Menderes hükümetleri on yıl içinde Türkiye’yi bambaşka bir
ülke konumuna getirdi. Ülkenin yetersiz altyapısını tamamladı, enerji
yatırımlarını gerçekleştirdi, sanayileşmeyi başlattı, NATO güvenlik sistemine
girmemizi sağladı, Orta Doğu güvenlik sistemi CENTO’yu (Bağdat Paktı) ve Balkan
ittifakını kurdu. Kıbrıs’ta barışı sağladı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör
ülkesi oldu. Türk bayrak ve askerinin Ada’ya geri dönmesini başardı. AET’ye
başvuruyu yaptı ve başvuru 42 gün içinde kabul olundu.
Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes çok sayıda yabancı
ülkeyi ziyaret ettiler ve çok sayıda yabancı devlet ve hükümet başkanları
Türkiye’ye geldiler. Bu ziyaretlerin en önemlisi Cumhurbaşkanı Bayar’ın 1954
ABD seyahatidir. Bayar ve eşi bu seyahatin ilke günü (ve gecesi) Başkan
Eisenhower ve eşi tarafından Beyaz Saray’da ağırlandılar. Bu ziyaretin ve iki
devlet başkanları arasındaki yakınlığın bir sonucu olarak Başkan Eisenhower 3
Mayıs 1955 tarihinde bir ilke imza attı: ABD’nin bir yabancı ülke ile
imzaladığı ilk ‘Barış için Atom Antlaşması’. Antlaşmayı Türkiye adına
Washington Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin imzaladı.
Demokrat Parti ‘Her Köye Yol’ dedi ve bunu % 80 oranında
gerçekleştirdi. Böylelikle köylü kentlere geldi, tüketime katıldı ve Milletin
Efendisi oldu.
Bunu hazmedemeyenler de bir ilke imza attılar: 27 Mayıs
1960. İsmet İnönü’nün 4 Eylül 1961 günü TBMM binasından çıkarken açıkladı:
“Asil İhtilalciler verdikleri sözü tuttular”. 33 subay ve aralarına aldıkları 5
general ile 27 Mayıs Darbesi’ni yapmışlardı. Daha sonra aralarından bir vefat
etti, on üçü yurtdışına sürgüne gönderildi ve Devlet Başkanı Gürsel dışında
yirmi iki kişi kaldılar, Asil İhtilalciler.
Bir yanda Devlet Başkanı Gürsel öte yanda Asil İhtilalciler;
CHP Genel Başkanı ile pazarlıklar yaptılar. Kurucu Meclis kuruldu, 1961
Anayasası hazırlandı. Referandumda katılanların % 60’ı EVET dedi ama katılmayanlar
da hesaplandığında EVET demeyenlerin % 50.15 idi.
İşte idamlara 12 gün kala bir ay sonra yapılacak seçimlerden
de CHP’ye % 60 oy çıkacağı hesabını yapan İsmet İnönü Asil İhtilalcilere Türk
Milleti’nin minnetini ifade etti.
Arkadaşım Mehmet Arif Demirer’in DP ile ilgili yayımlanmış
21 kitabı var. 2006 yılında bana 60 ıncı Yıl Kitaplarını göndermiş ve sonuncusu
(6 ıncı) için Önsöz istemişti. Önsöz’ün sonunda şöyle yazdığımı hatırlıyorum:
“Sayın Mehmet Arif Demirer’e çok teşekkür ederim.
Demokrat Parti gerçeğini gün ışığına çıkardı. Bu çalışma, (DEMOKRAT
PARTİ 60. Yıl Kitapları) denebilir ki, “Yassıada
savunmasını tamamlamıştır.” Demokrat Parti’ye milletçe var olan borcumuzun bir
taksidini daha ödediğimizi söyleyebilirim.”
Mehmet Arif Bey, ağırlıklı olarak Kurucu Meclis’in öyküsünü
ve Demokrat Parti’yen bir baba ve kızının haksız iftiralarına cevaplar veren bu
yeni kitabı ile, 27 Mayıs’ın 50 inci yıldönümünde Bayar-Menderes ve
arkadaşlarının Demokrat Parti’sine borcumuzun bir taksidini daha ödemiş oluyor.
Demokrat Parti Genel Başkanı kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile, Demokrat Parti’yi 60 yıl önce iktidara
taşıyan 3.Cumhurbaşkanımız merhum Celâl Bayar ve demokrasi şehidimiz Başbakan
Adnan Menderes başta olmak üzere, ülkemiz insanını hem birinci sınıf vatandaş
yapan, hem de Türkiye kalkınmasını başlatan Demokrat Parti’nin unutulmaz
1946-1960 yönetim kadrosunu saygıyla selamlıyor, ebediyete intikal etmiş
değerli büyüklerimize Allah’tan rahmet dilerken, hayatta bulunanlara da
sağlıklar ve mutluluklar temenni ediyorum.
Hüsamettin Cindoruk,
14 Mayıs 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder