29 Mayıs 2014 Perşembe
28 Mayıs 2014 Çarşamba
27 MAYIS 2014; İKİNCİ "karşı (turuncu) devrimin ya da Türk Baharı'nın" 54.CÜ SENE-İ DEVRİYESİ
Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy:
Kötülük, 27 Mayıs’tan sonra yayıldı
ÖZEL HABER, AYÇA ÖRER; 25 Mayıs 2014, Pazar
Çiftehavuzlar’daki apartmanların arasında kaybolan tek katlı bir ev. Uzun yıllar ‘İcazet Kapısı’ olarak anılan kapıdan girince bizi 93 yaşındaki Nilüfer Gürsoy karşılıyor.
27 Mayıs’ta hem babası Celal Bayar, hem eşi Ahmet İhsan Gürsoy tutuklanan Nilüfer Gürsoy ile Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘27 Mayıs Darbesi ve Bizler’ kitabından yola çıktık, aileyi toparlama sürecini, siyasete atılmasını konuştuk.
Babanız Celal Bayar ve eşiniz Ahmet İhsan Gürsoy nedeniyle 27 Mayıs’ın en canlı tanıklarından birisiniz. Sizin için 27 Mayıs nasıl başladı?
Çok planlı hazırlanmış bir projeydi darbe. İçinde sadece askerler yoktu, sivil-asker karışımıydı olayı hazırlayanlar. Tabii cunta önde gidiyordu ama destekleyicisi dönemin muhalefet partisiydi. Çok sonradan dışarıdan da tesirler olduğu anlaşıldı. İçeriden de muhalefet partisi adım adım ilerledi. 27 Mayıs dönemiyle sınırlı kalmadı, sonraki darbelere de yol açan darbe oldu.
Demokrasi tarihinde de bir kırılma noktası sayılabilir mi 27 Mayıs? Nihayet, çok partili sistemin ilk uzun süreli denemesiydi Demokrat Parti...
Kesinlikle bir kırılma noktası oldu. Böyle bir sürecin geleceğinin emareleri vardı. Mesela Dokuz Subay Olayı bir hazırlıktı. Köşk’e bir Muhafız Alayı Kurmay Albayı Osman Köksal yerleştirilebilmişti. Celal Bayar’ın da bu subay üzerinde çok durduğunu biliyoruz. Bize cumhurbaşkanı ailesi olarak ayrı bir muamele uygulandı, bu muamele başka bir aileye yapılmadı. Diğer aileler de muhakkak ki baskılar karşısında bizim hissettiklerimizi hissetmiştir. Hayat tarzımız müşterekti. Tek ayrılan durum, bizim tecrit yaşamamızdı.
Tecridi yaşarken ne hissettiniz?
Cumhurbaşkanlığı bir mevki. Yapılanları düşünüyorduk, mevki gelmiyordu aklımıza. Yapılan hareketler karşısında nasıl davrandığımız önemliydi. Üstelik yalnız babam değil, eşim Ahmet İhsan Gürsoy da hapisti.
Ziyaret engelleniyor, mektuplarınız okunuyor, çocukları okuldan almak zorunda kalıyorsunuz.
Bu süreci nasıl geçirdiniz?
Düşündüğüm zaman ‘O günleri nasıl geçirdik, bunları yaşayan biz miyiz?’ diyoruz. O günkü hissiyatı, acıyı elbette şimdi hissetmek mümkün değil. ‘Neden yapıldı, ne oldu, başka hallerde aynı şeyleri yaşayanlar da aynı acıları hissetti mi?’ diye düşündüğünüz başka bir çember oluşuyor. Darbeye maruz kalanların psikolojisi değişmiyor. Şiddeti, tarzı farklı olabilir ama hissedilenler aynı.
O dönem Demokrat Partililerin ailelerine ‘Düşükler’ deniliyor...
Bu sıfatlar, yapılan suçlamaların, hakaretlerin yanında az kalıyordu. 103 milyonları, ‘gençleri öldürdünüz’ suçlamalarını gördüğümüz zaman. Bunu söyleyebilen insanların elbette ağzı bozuk olacak. Acı olmakla beraber bu yalanların, bu suçlamaların yersizliğini görüp ‘Nasılsa günün birinde gerçekler ortaya çıkacak.’ diye düşünüyordum. Zulüm arttıkça kendi şahıslarından korktuklarını görüyordum. Çünkü yaptıklarının düzmece olduğunu biliyorlardı. Zulümleri de o nispette artıyordu.
Onlarla şimdi karşılaşsanız ne dersiniz?
‘Onlar bizle karşılaştıkları zaman ne derler?’ diye sorsanız, Faruk Güventürk 27 Mayıs’ın içindeydi. Kayseri’nin kumandanlığını yaptı. Yıllar sonra Umurbey’deki babamın vakfındaki defteri imzalayıp, ‘Bayar, seni bize yanlış tanıtmışlar.’ yazmış. Belki onların da beyni yıkandı.
27 Mayıs’a gidilen süreçte akademisyenler de yaptıkları yürüyüşlerle Demokrat Parti’ye karşı askere destek veriyor. Siz de o sırada akademi görevlisisiniz...
27 Mayıs olduğunda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) asistandım. Darbe olduğu sırada Sokrates’in savunmasını okuyorduk tesadüfen. Orada yazılanların kopyasını yaşamış olduk. DTCF bu süreçlerin dışındaydı. O süreçte o havayı benimseyenler akademi hayatı dışında darbenin yakınında bulunanlardı. Sonra neye ne kadar destek verdikleri ortaya çıktı. 27 Mayıs’ın hemen arkasından öne sürdükleri iddialar daha önce basında yer almamıştı.
Birçok iftiraları 27 Mayıs’tan sonra dile getirdiler.
Eşiniz de babanız da cezaevinde, çocuklarla ve annenizle siz ilgileniyorsunuz...
Hepimize kuvvet veren annemdi. Çok metanetliydi. Milli Mücadele’den gelmiş, birçok şeye göğüs germiş bir insandı. Babam Milli Mücadele’de evi terk ediyor. Gitmeden önce gelip anneme ‘Efelerin yanına gideceğim.’ diye soruyor, annem genç yaşına rağmen ‘Tabii bu senin vazifen, gideceksin.’ diye cevaplıyor. O yaşında babamın kaçtığı anlaşılmasın diye tül perdenin önünde fes giyip dolaşmış. Ağabeyimi alıp İzmir’den Bursa’ya geçmiş. Babam İstanbul Meclis-i Umumisi’ne mebus seçiliyor. Annem, geride aileyi toparlıyor. Onun desteği olmasa babam bu kadar rahat çalışamazdı. Elbette ki böyle bir kadının 27 Mayıs’ı karşılayışı da ona göre oldu.
Çiftehavuzlar’da oturduğunuz bu evin alınmasında da annenizin etkisi var değil mi?
Annem, babasından kalan mirasla bu evi aldı. 1958-59 yıllarında. Babamın prensibi ‘ne bir şey alınsın ne bir şey satılsın’dı. Siyasetle maddi işlerin bir arada yürümeyeceğini bilen biri olarak öyle düşünürdü. Annem, ilerisi için bir güvence olarak istedi. İkisi maalesef bir arada yaşayamadı bu evde. Sadece bir öğle yemeği yiyebildiler evin hazırlanması sırasında. 27 Mayıs olduktan sonra babam önce Yassıada’da, sonra Kayseri’de kaldı. Biz de tecride alındık, Çeşme’ye gittik. Ev teslim edildikten sonra, annem ve çocuklar buraya yerleştik. Annem, babam Kayseri’den döndüğünde hayatını kaybetmişti.
Babanız nasıl bir ruh haliyle geri geldi?
Çok metindi, metanetini kaybetmeyen bir insandı. Şahsiyetinden taviz vermezdi. Güçlüklere direnmesini bilirdi. Kayseri ya da başka bir yer onun için fark etmezdi. Babam eski Demokrat Partililerin bir araya gelip, hem o günü hem de bugünü konuşması için ‘Bizim Ev’ diye bir dernek kurdu. Önce Mısır Apartmanı, sonra Kalamış’ta. Buna ilaveten bütün arkadaşlarına bir mektup yolladı, yaşananların tarihe mal edilmesi için hatıralarını yazmalarını istedi. Yassıada’da bulunan arkadaşlarına ve davaya sahip çıkma özelliğini sonrasında da gösterdi. Kayseri’den sonra siyasi partiler kuruldu ve DP’nin oylarına talip oldu bu partiler. Tek tek burayı ziyaret ettiler. Bu evin perforje kapısı o dönem gazetelerde ‘İcazet Kapısı’ olarak adlandırılıyordu. Ömrünün sonuna kadar okumaya devam etti. Kitaplarını, evraklarını elden geçirdiğimizde 60’ların, 70’lerin, 80’lerin içinde de bütün olayları çok iyi takip ettiğini, ne kadar neşriyat varsa hepsini izlediğini görüyoruz.
Şimdiden bakınca 27 Mayıs’ın diğer darbelerin önünü açtığı görülüyor. Siz bu günden bakınca nasıl görüyorsunuz o süreci?
Darbe, birçok şeyi altüst etti. Meclis’i kapattı. Cumhuriyet’in tekliğini ortadan kaldırmak isteyip 2. Cumhuriyet demeye kalkıştılar. Düşünebiliyor musunuz, bir hukuk profesörü darbeye katkı veriyor. İlimle gerçekle alakası olmayan şeylerdi. İdamların olmaması gerekirdi. Ve onun ezikliği hâlâ bu toplumda konuşuluyor, nefretle karşılanıyor. O günlerde de Fatin Rüştü Bey’in Birleşmiş Milletler’deki sandalyesine çelenk konuldu, herkes bu olayı kınadı. Yapılan kötülükler 27 Mayıs’tan sonra da devam etti. 12 Eylül’den sonra da... Darbeler olmasın diye Tahkikat Komisyonu açıldı ama daha çok 28 Şubat’ın üzerinde durdu. İlk örnek 27 Mayıs esasen. 12 Eylül’den sonra da hadiseler durmadı, rejim yerine oturmadı. 27 Mayıs, darbelere yol açtı. Her harekete de darbe sıfatı konulmamalı. 27 Mayıs darbesi yalnız Demokrat Parti’ye olmadı, sivillere de olmadı, orduya da bir darbe yapıldı. Asıl bu göz ardı ediliyor.
Annemi trende kaybettik
Aklınızda en çok yer eden olay ne, o günlerden?
Annem kalp hastasıydı, tansiyonu sürekli inip çıkıyordu. Trende, babamı ziyarete giderken kaybettik. Cenazesi bir hanıma yapılacak en büyük cenaze töreni oldu. Kendiliğinden toplandı insanlar. Kalabalığın bir ucu Hacı Bayram’a bir ucu Cebeci’ye uzandı. Halk bize orada sahip çıktı. Bir de Kayseri’de babamı ziyaret ederken Kaman’da durduk. Ben inmedim. Baktım halk otobüsün etrafına toplandı. Gelip, ‘Bir çayımızı içmez misiniz?’ dediler. Davet eden de daha sonra bütün Demokrat Partililerin ahbap olduğu Aşir Bey’di. Bir taraftan çay ikram ediyorlar, bir taraftan halk sessiz, konuşmuyor da. Baktı baktı, ‘Baban da geldiydi buraya, onun da ellerinde siyah noktalar vardı, ona benziyorsun.’ dedi. Sonra babam sağlığı dolayısıyla serbest bırakıldı. Yine büyük bir konvoyla yola çıktı. Kaman’a gelindi, yine Aşir Efendi’nin lokantasına öğle yemeğine gidildi. Ne bulduysa ortaya konuldu. O arada haşlanmış yumurtalar da geldi. Gazeteciler de vardı aramızda. Babam sağlık dolayısıyla serbest bırakıldığı için bunu çürütmek sebebiyle ‘Bayar dokuz yumurta yedi’ manşeti atmışlar. Seneler geçti, o gazeteciyle Boğaz’da karşılaştık. ‘Siz babama dokuz yumurta yedirmiştiniz değil mi?’ diye sordum. Sustu.
15 Mayıs 2014 Perşembe
27 Mayıs’a askerde yakalanmak!... Ertuğrul MAT
27 Mayıs’a askerde yakalanmak
Ertuğrul MAT
16 Ocak 1960 tarihinde Ankara’da Piyade Yedek Subay
okulunda,askerlik görevine ilk adımı atmıştım.. Üniversitelerde başlayan
olaylar gittikçe büyüyordu.27 Mayıs öncesi İstanbul’da” 28 Nisan” ,”Ankara’da
555K “ diye anılan olaylar,bizi koşar adım 27 Mayıs’a götürüyordu..
O günlerin hikayesi:
Ord. Prof. Sulhi Dönmezer, 2
Haziran 2003 tarihli Aksiyon dergisinde Cemal. A. Koyuncu’ya verdiği mülâkatta,
28 Nisan gününü olayların CHP Gençlik
Kolları tarafından organize edildiğini söylüyordu.
Milli Birlik Komitesi
üyelerinden Şükran Özkaya da ”Adım Adım 27 Mayıs’a“ adlı kitabında, ordunun 28
Nisan olaylarına göz yumup, müdahale etmediğini açıklıyordu.
Olaylar Ankara’ya da sirayet
etmiş, 29 Nisan günü Ankara’da iktidar aleyhine büyük gösteriler yapılmıştı.
Bunun üzerine Ankara ve İstanbul’da örfi idare(sıkıyönetim) ilan edilmişti.
3 Mayıs’ta Kara Kuvvetleri
Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı’na bir mektup yazarak, Celal
Bayar’ın istifasını, bazı bakanların hükümetten ayrılmasını, Ankara örfi idare
kumandanının görevden alınmasını ve Tahkikat Komisyonu’nun ilgasını tavsiye
ediyordu. Yassıada duruşmaları arasında, Milli Savunma Bakanı’nın Menderes’e bu
mektuptan normal bir yazışma gibi bahsettiği, muhtevası hakkında bilgi
vermediği anlaşılacaktı.
“555-K” “beşinci ayın beşinde
saat beşte Kızılay’da” parolası, üniversite ve CHP’li muhitlerde yayılıyordu. O
gün çok büyük bir kalabalık Kızılay’ı dolduruyordu. Menderes de oradaydı, makam
arabasından inmiş, kalabalığın arasına karışmıştı. Yakasına bir rivayete göre
Deniz Baykal, şair Cemal Süreya’ ya göre
ise Vedat Dalokay yapışmıştı.
Menderes, “Ne istiyorsunuz?”
diye sorunca, “Hürriyet” cevabını almıştı.
Menderes, “Bir başbakanın
yakasına yapışacak kadar hürriyet nerede var?” diye mukabele etmiş ve
korumaları tarafından oradan uzaklaştırılmıştı.
6 Mayıs günü Kara Kuvvetleri
Komutanı Cemal Gürsel, veda mesajı yayınlayarak, izinli olarak Ankara’dan
ayrıldı. 21 Mayıs’ta Harbiyeliler yürüyüp Sıhhiye’deki Atatürk Anıtı’na çelenk
koydular.
Demokrat Parti’ye yakın olduğu
söylenen Piyade Yedek Subay Okul Kumandanı Tuğgeneral Abidin Tüzel, biz yedek
subay adaylarına, “Bu olaylara karışmayacaksınız” diyordu.
Bu olaylar olurken, biz de,
Yedek Subay Okulu’nu tamamlamış, demir takıp asteğmen olup kıta hizmeti için
kuraları çekmiştik. Ben, İskenderun 50. Piyade Alayı’nı çekmiştim.. Yedek Subay
okulundayken, tabii ki, gazetelerden ve radyo haberlerinden, İstanbul ve
Ankara’da cereyan eden olayları takip ediyor, bu arada siyasi hüviyetlerimiz de
meydana çıkıyor ve kanaatlerimize göre, birbirimize yakınlaşıyorduk....
Bulunduğum mangada Ankara Hukuk’tan mezun Dörtyol’lu İlhan Eryürekli’yle de
kanımız kaynamıştı. İskenderun’u çektiğimi duyunca koşup yanıma gelmiş ve ”
İskenderun’daki akrabalarımın hepsi Demokrat Partili, sana bir mektup vereyim
;orada yalnızlık çekmezsin “demişti. .İlhanla dostluğumuz uzun yıllar devam
etti.. O hakimliği tercih etmiş, hakimlikte yükselmiş, Osmaniye ve Adana Ağır
Ceza Mahkemesi Başkanlığı’nda bulunmuştu.Kuralar çekildikten sonra, 25 Mayıs
1960 Çarşamba günü öğleden sonra, eşyalarımızı evlerimize götürdük. 28 Mayıs
Cumartesi günü okuldan ayrılacak, 12 günlük bir tatil döneminden sonra,
kıtalarımıza iltihak edecektik.
Ben de Çarşamba günü, herkes
gibi hafta sonlarında kaldığım Serçe Sokak’taki YavuzEsmersoy’un bekâr evine
kaputumu ve diğer eşyalarımı bırakmış, akşam üstü de okula dönmüştüm.
27 Mayıs’ı Ankara’daki Piyade Yedek Subay Okulu’nda yaşamak
ERTUĞRUL MAT |
27 Mayıs Cuma sabahı silah
sesleriyle uyandık.
İhtilal duyulmuştu. DP’ye
yakınlığı dolayısıyla okul kumandanı, Tuğgeneral Abidin Tüzel’e güvenmeyen
ihtilalciler, Piyade Yedek Subay Okulu’nu ihtilal hareketinin dışında
bırakmışlardı.
Öğlene doğru, Abidin Paşa’yı
gözaltına alıp, okul komutanlığına güvendikleri birini tayin etmişler. Bundan
sonra , Piyade Yedek Subay Okulu da emir komuta zinciri altında, ihtilalcilerin
yanında yer almıştı..
Harp Okulu, Piyade Yedek Subay
Okulu’na çok yakındı. Yedek subayların bir kısmı oraya sevk edildi.
Demokrat Partililerden bazılarının
ciplerle, bazılarının GMS’lerle,
bazılarının da çöp arabalarıyla, Harbiye’ye getirildiğini görüyordum. Tabii ki
“tarifsiz kederler içinde” ydim…
Bizim 4. Bölük’teki Edirneli
Erol, 27 Mayıs’tan evvel, CHP’lilere küfreder, Demokrat Parti’yi överdi. O
Erol,27 Mayıs günü, Harbiyelilerin önüne düşmüş, onları Edirne’nin Demokrat
Partili milletvekillerinin evlerine götürmüştü... İlk defa o gün insanların
bazılarından iğrenmiştim..
Akşam üzeri bizim bölük,
Tandoğan Meydanı’nın arka tarafındaki Ayten Sokak’a sevk edildi. İsmet Paşa,
orada Metin Toker’e ait 22 numaralı evde oturuyordu.
Ayten Sokak’a girmek için
Tandoğan Meydanı’ndan Beşevler’e giden cadde üzerinde ve Fen Fakültesi’nin tam
karşısındaki benzincinin önünde vasıtalardan iniyorduk ki, benzincinin
arkasındaki binanın üst katının penceresi açıldı. Genç bir adam Demokratlara
küfrediyor, ihtilali alkışlıyordu. Bu sesi tanıyordum, başımı kaldırıp, göz
göze gelince, hemen içeri girip pencereyi kapatmıştı..
Tanımıştım; kendisiyle
defalarca İsmet Paşa ve CHP aleyhinde konuşmuştuk. O, benden de , ErolErgüneş’ten de da, Yavuz Esmersoy ‘dan da, Eyüp Yardımcı’dan de daha hızlı demokrat olan Erol
Ergüneş’in ağabeyi Hâkim Üsteğmen Ümit Ergüneş’ti. O gün bazı insanların bazılarından ikinci kez
iğrendim.
O geceden birkaç gün sonra,
Kayseri’de görevli Tuğgeneral
NazmiErgüneş, yani Erol ile Ümit’in babaları, ihtilalcilerle işbirliği
yapmayı reddettiği için emekliye sevk edilecekti.
27 Mayıs gecesi Ayten Sokak’ta silah sesleri
Ayten Sokak’ın başından itibaren
birer metre arayla dizildik. Bizim mangaya sıra tam da İsmet Paşa’nın kaldığı
22 numaralı evin önünde gelmişti. Takım kumandanı teğmen, o mangadakilerin,
siyasi tercihlerini biliyordu, “Siz şu tarafa” deyip, bizi Ayten Sokak’ın öbür
köşesine sevk etti. Bunu bize güvenmediği için değil, bizi korumak için yapmış
,bölükteki DP aleyhtarlarının bizi tahrik etmesi ihtimaline karşı tedbir
almıştı..
Saat 23’e doğru, Ayten Sokak’ta
bir silah patladı. Herkes silah sesinin geldiği yere doğru koştu Bir de gördük ki,bölük
arkadaşımız Adil, “Nasıl oldu buiş?” diye hayretle tüfeğine bakıyordu.
Adil, Ankara Hukuk Fakültesi’ni
bitirdikten sonra, şizofreniye yakalanmış, buna rağmen askere alınmıştı. Bir an
elindeki tüfeği merak etmiş, orasını burasını kurcalarken silah ateş almıştı.
Allahtan namlu yukarıya doğru olduğu için kimseye bir şey olmamış, bunu
anlayınca,silah sesinin duyulmasıyla yüzleri bembeyaz olan subayların yüzüne
renkleri geri gelmişti.
O gece ve ertesi sabahın erken
saatlerinde Harp Okulu önünde nöbet tutarken kaputlarımız olmadığı için o kadar
üşümüştük ki, bazı arkadaşlarımız, “Hayatım boyunca bir daha sıcaktan şikâyet
etmeyeceğim” diye yemin ediyordu.
16 Ocak’ta başlayan ve 27 Mayıs
1960’ta sona eren bu okul döneminde, Türk demokrasi tarihinin en acı olaylarına
şahit olmuştum.
Bir mukavemet olmayıp, ihtilal
başarıya ulaşınca yedek subay talebelerini Ankara’da daha fazla tutmadılar.
Kıtalarımıza intikal etmemiz için bize on beş gün izin verdiler.
İstanbul’a gittim. Erol’u,
Eyüp’ü, Nazım’ı Balmumcu’yagötürmüşlerdi. Ziyarete de müsaade etmiyorlardı. Zor
günler geçirdiler. ErolErgüneş ile Eyüp Yardımcı dayandılar, ama Giresunlu
Nazım Durmuşoğlu hayatı boyunca devam eden ruhi çöküntülere uğradı.
Tahliyelerini müteakip Eyüp Son
Havadis gazetesinde, Erol da bir müddet Akşam gazetesinde çalıştı. Erol,
Sümerbank hukuk müşavirliğinden emekli oldu, Eyüp ise İstanbul’un başarılı
avukatları arasında çalışmaya devam ediyor.
Özkan Tikveş, Anayasa Hukuku
Profesörü oldu. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde çalıştı. Şimdi emekli.
Yavuz Esmersoy, Tarım Bakanlığı
Planlama Şube Müdürlüğü’ne uzman olarak girdi. Ve siyaset platformundan
uzaklaştı.
Ta ki, en yakın arkadaşı ,
Bursa milletvekili olup Ankara’ya gelince, Yavuz’u kış uykusundan uyandırmış
siyasetin heyecanlı dünyasına yeniden
dönmesini sağlamıştım. Bu kitabı yazmaya başladığım zaman, Erol da, Yavuz da
sağdı.
Yavuz kalbine Erol kansere
yenildi.
Allah makamlarını cennet
eylesin.
6 Mayıs 2014 Salı
İHANETİN ÖTEKİ YÜZÜ; KÜRT SORUNU PALAVRASI VE SİVAS KAMPI KUMPAS'I
İHANETİN ÖTEKİ YÜZÜ; TÜRK BAHARI, KİRLİ
OYUNLAR, KARANLIK HESAPLAR VE MENFUR BİR SENARYO
Bugün Türkiye’nin
ilk darbesinin 52. yıldönümü. 27 Mayıs darbesinde pek çok acı yaşandı.
Başbakanlar, bakanlar idam edildi. Yassıada’da büyük dramlar yaşandı. Darbenin
çok az bilinen bir başka acılı hikâyesi daha var. 27 Mayıs askeri darbesinden
dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan toplanan 485 kişi Sivas
Kabakyazı’da dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” tabi tutuldular. Kampı
bugün kurduğu ise hala aydınlatılmış değil... TİMETÜRK / Haber Merkezi
Bugün Türkiye’nin ilk darbesinin 52. yıldönümü. 27 Mayıs darbesinde pek çok acı
yaşandı. Başbakanlar, bakanlar idam edildi. Yassıada’da büyük dramlar yaşandı.
Darbenin çok az bilinen bir başka acılı hikâyesi daha var. 27 Mayıs askeri
darbesinden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan toplanan 485 kişi
Sivas Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’nda askeri garnizon içindeki kampta
dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” tabi tutuldular.
Dokuz ay süren zorunlu misafirlik içerisinde Sivas’a getirilenlerin yaşları 14
ile 70 arasında değişiyordu. “27 Mayıs’ın öteki yüzü: Sivas Kampı” S ivas
Kampı'nın bilinmeyebnlerini gözler önüne seriyor. Celal Bayar’ın
“Siyasal Kürtçülüğün merkezi” ve Hüsamettin Cindoruk’un da “Apo hareketinin
kaynağı” olduğunu iddia ettiği Sivas Kampı bugün darbelerimizle yüzleşmenin ne
denli olması gerektiğini gözler önüne deriyor..
“Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşünmüştü. Bizlere düşen acı ve yük payı yerlerimizden koparılıp sırf bizim için yaratılan Sivas’taki kampa sürülmek oldu. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca güvenişle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, ‘adalet tecelli eder.’
Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Çünkü ihtilalin partizan bir zihniyetle yapılmadığı ilan edilmişti” Faik Bucak ve Kinyas Kartal durumlarını hazırladıkları broşürde böyle anlatıyorlardı. Uygulamalar ne yazık ki onlar gibi 485 kişiyi mağdur edecekti ama bunların içindeki 55 kişinin mağduriyeti ve dramı daha da farkı olacak tarihe “55 sürgün” olarak geçeceklerdi.
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinden hemen sonra Sivas Kabakyazı’da boşaltılan askeri kışlaya Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan 485 kişi getirildi. Getirilenlerin en küçüğü on dört yaşındaydı ve hepsinin mallarına el konulmuştu. Getirilenlerin suçu “Kürtçülük propagandası yapmak ve isyan edebilirler” olarak belirtilmişti. Dokuz aylık kamp hayatından sonra 485 kişiden seçilen 55 kişi Türkiye’nin çeşitli yörelerine sürgüne gönderildi.
Devletin bölücülük suçlamasıyla sürgüne gönderdiği kişiler arasında Sedat Bucak, İzzetin Doğan. Dengir Mir Mehmet Fırat gibi toplumun tanıdığı isimlerin babaları ve dedeleri de vardı. Tarih farklı bir biçimde tekerrür ediyordu. Devlet sürgüne gönderdiği kişileri zamanında Milli Mücadeledeki katkılarından dolayı madalya ile ödüllendirmişti. Sivas Kampı’nda dokuz ay tutulan 485 kişi, yemeklerini ceplerinden yiyiyor, günlerini santranç oynayarak ve bol bol sohbet ederek geçiyordu. Kampın çamaşırlarını maddi durumu iyi olmayan kamp sakinleri yıkıyorlardı. Dokuz aylık tutuklulara yemek vermeyen devlet, Sivas Kampı’nı boşaltırken onlardan 400 lira yemek parası alıyordu.
SİVAS KAMPI KİMİN FİKRİ
27 Mayıs 1960 tarihinde Ordu içindeki Kemalistler, gerçekleştirdikleri askerî darbeyle Demokrat Parti (DP) iktidarını devirerek Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak ülke yönetimine el koydular. Askeri darbeden dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan tutuklanan yaklaşık 485 kişi Tutuklananlar Sivas Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’nda askerî garnizon içindeki kampta dokuz ay süren bir “zorunlu misafirliğe” tabi tutuldular. Misafirlik diyoruz çünkü askerî yetkililer Sivas’ta bulunan kişilere tutuklu olmadıklarını, misafir olduklarını açıklamışlardı. Dokuz ay süren zorunlu misafirlik içerisinde Sivas’a getirilenlerin yaşları 14 ile 70 arasında değişiyordu.
485 kişinin gözaltına alındığı operasyon muhtemel bir Kürt muhalefetini baştan sindirmeyi amaçlıyordu. MBK, Irak ve İran’da yükselen Kürt Ulusal Hareketi’nin Türkiye’deki etkilerini kırmak istiyordu. Çünkü aynı dönemde özellikle Irak’ta Molla Mustafa Barzani önderliğinde yürütülen ulusal mücadele Türkiye’yi de etkilemekte, sınır bölgelerinde Hakkâri, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi yerlerde Barzani’ye fiili destek verilmekteydi. MBK’nın bir yetkilisi o dönem yaptığı açıklamada “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir.” Diyordu. Sivas Kampı’nın kimin fikri olduğu bugün hâlâ net olarak ortaya çıkmış değil. Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin katıldığı bir televizyon programında bu kampın Milli Birlik Komitesi kararıyla oluşturulduğunu söylüyordu. Ancak Esin geçen hafta 27 Mayıs ile ilgili İstanbul’da düzenlenen bir toplantı sonrasında kamp fikrinin İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu tarafından alındığını ve MBK’ine dikta ettirildiğini ifade etti.
55 AĞA KURŞUNA DİZİLMEKTEN KURTULDU
Sivas Kampı’na 17 yaşında Diyarbakır’dan getirilen Hacı Said Ensarioğlu, bugün Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nun babası. Said Ensarioğlu, Sivas Kampı’ndan sonra sürgüne gönderilen “55 Ağa”nın ölüm emrinin Cemal Gürsel tarafından engellendiğini söylüyor. Said Ensarioğlu söz konusu bölümü kitapta şöyle anlatıyor: Bizim nöbetçimiz olan subay kampta hareketlenme yaşanınca sebebini anlattı. Evladım, Muharrem İhsan Kızıloğlu ve birkaç kişi toplantı yaptı. Bunlar kaçtılar “Dur” emri dinlemediler, kurşuna dizin dedi.
Muharrem İhsan Kızıloğlu, bunlar her zaman elimize geçmez kurşuna dizip yok edelim, zabıtları da farklı düzenleriz dedi. Ancak Sabri Koçak Paşa doğrudan doğru Cemal Gürsel Paşa’yı aradı. Gürsel’le telefonla konuşurken, buradakiler böyle bir şey söylüyor. Haberiniz var mıdır yok mudur? Varsa bile bunu bana yaptıramazsınız, beni de onlarla birlikte öldürebilirsiniz dedi. Gürsel Paşa da “Aman bunlar size emanettir. Sakın biz daha eskinin hesabını veremiyoruz (Mustafa Muğlalı’nın 33 köylüyü kurşuna dizmesi hadisesinden bahsediyor-N.Ç) Benden başka, senden başka kimse sorumlu değildir, kimseyi dinleme. Bunun üzerine Koçak Paşa geldi dedi ki “Bunlar bana emanettir, kimse müdahale edemez” deyince bu tehlikede ortadan kalktı” dedi.
Esasında bu olay babam ve ben için düşünülmüşken, daha sonra bizi top yekûn öldürmek istediler. Şöyle: “Herkes bırakıldıktan sonra 55 ağa kalınca bir daha böyle bir fırsat bir daha yakalayamayız, bunlar en nüfuslu ağalar Güneydoğu’nun çeşitli vilayetlerinden. Bunları hamama veya başka bir yere götürürken, kaçmaya başladılar, askerin “Dur emri” ni dinlemediler, bunların hepsini kurşuna dizin. Ancak yine Sabri Koçak Paşa müdahale ediyor ve bu da önlenmiş oluyor.
KİNYAS KARTAL SARSINTI GEÇİRDİ
Said Ensarioğlu’nun anlattığı olayı kampa 14 yaşında götürülen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat da doğruluyor: Üçüncü ayda etrafımız otomatik silahlarla çevrildi. ‘Talimat geldi dediler, birçok kimseyi kurşuna dizecekler’ dendi. Çok büyük bir panik ve heyecan oldu. Vasiyetini yazanlar, ağlayanlar, korkudan titreyenler vardı. Erzurum Karayazı’dan getirilen Cimşid Ağa’nın okuma - yazması olmadığı için vasiyetini bana yazdırdı. Kinyas Ağa, bu olayda çok büyük bir sarsıntı geçirdi. Kinyas Bey sarsıntı geçirince Şeyh Selahaddin Efendi yanına gitti.
‘Kinyas Bey sen askersin. Senin bu kadar sarsılmaman lazımdı.’ O da, ‘Şeyh vallahi ben Ruslarla da Ermenilerle de çarpıştım. Ama şartlar böyle değildi. Elim kolum bağlı değildi. Onlarda da silah vardı bende de vardı. Ama böyle silahsız bizleri katletme isteği beni gerçekten çok sarsıyor” dedi.
“DR.ZEYNEL ABİDİN ERDEM:
BİZ BÖLEN OLMAK İSTEMEDİK”
Kampa getirilen en ilginç kişilerden birisi de Arap asıllı olan Demokrat Parti’de Mardin Milletvekilliği yapan Bahattin Erdem ve kardeşi Mehmet Sait Erdem’di. Türkiye’nin sayılı işadamlarından olan Zeynel Abidin Erdem, babası Mehmet Sait Erdem ve amcasının yaşadıkları sıkıntıyı anlatırken bugüne kadar neden Sivas’ı anlatmadıklarının da ipucunu veriyor: “Kampla ilgili bize birçok şey anlatıldı: Oradaki sefalet, soğuk, zaman zaman açlık... Biraz da o günün şartlarında değerlendirmek gerekirse orada bir haksızlık vardı. Bu, sadece sitemdir. Bu olayı yaşayan büyüklerimiz bize yaşadıklarını naklederken hepimize ayrı ayrı ve defalarca bir “emir” buyurdular: “Siz bunları gelecek nesillere intikal ettirmeyeceksiniz. Çünkü biz bu milletin kurucuları ve tamamlayıcılarıyız. Biz Seyyidiz. Biz fitne, ayrılık, kavga tohumu ekemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti bizim tek vatanımız, en büyük kurtuluş alanımız, devlet ise kurtarıcımızdır. Millet bizim daima içinde olduğumuz, bizi tamamlayan bir unsurdur.” Bugüne kadar ne büyük ne de küçüklerimiz bu yaşananları tekrar konuşmamıştır. Çünkü biz devlet ve milletle barışık olmak mecburiyetindeyiz. Anane ve töremiz budur. Hiçbir zaman yanlışı yanlışla onarmak isteyen, kızan veya bağıran değiliz, düzeltmeyi en yumuşak şekliyle yapan olmak istiyoruz” diyor.
“CHP KENDİ VEKİLİNİ İHRAÇ ETTİ”
Sivas Kampı’na getirilen bir de CHP’li vardı. Van milletvekili Tevfik Doğuışıker. Doğuışıker askerlerle tartıştığı için uçağa konularak kampa yollanmıştı. Tevfik Doğuışıker kamptayken milletvekili olduğu halde CHP’den ihraç edildi. Söz konusu bölüm kamp sakinleri tarafından şöyle anlatıldı:
“Kampta enteresan bir durum da vardı. CHP Van Milletvekili Tevfik Doğuışıker çok enteresan bir milletvekiliydi. Geçmişi oldukça tantanalıydı. Buda bir yüzbaşı ile kavga ediyor, çok inatçı, çok enteresan bir adamdı. Tabii Kinyas Kartal bunu biliyordu ve takılıyordu,
- “Tevfik sen de geldin mi” diyordu. Güya Tevfik, İsmet Paşa tarafından çok sevilen onun gözbebeği olan bir milletvekili. Geldi dedi ki,
- “Abdürezzak Bey, ben sizi eskiden de tanıyorum. İsmet Paşa’nın bizden haberi yok. Ben şimdi ona mektup yazayım, beni kurtarır seni de kurtarır” dedi. Babam dedi ki:
- “Ben İsmet Paşa’dan falan şefkat beklemiyorum. Ben burada ölüme razıyım onun merhametine sığınmam, buna tenezzül de etmem, beni dinlersen sen de etme”, “Olur mu Abdürrezak Bey “deyince babam,
- “Benim tanıdığım İsmet Paşa kimseye merhamete gelmemiştir. Tevfik yapma kendini harcıyorsun” dedi. Tevfik Bey bunun üzerine,
- “Sen bilmezsin” dedi ve mektup yazdı. Mektuba da şöyle yazıyor:
- “Paşam, ben burada 300 Demokrat Partili ile beraberim. Bunlarla beraber olmak benim kanıma dokunuyor. Haberiniz olsun, en büyük ceza bunlarla beraber olmaktır.” Üç gün sonra Öncü Gazetesi’ni aldık şöyle yazıyordu:
- “Tevfik Doğuışıker CHP’den ihraç edildi” Ondan sonra babam okuyunca “Tevfik gel hele” dedi.
- “Al sana senin İsmet Paşa’n seni kurtaracak adam seni partiden ihraç etti” dedi. Kampta olduğunda hâlâ milletvekilliği devam ediyordu.
CKMP’Lİ FAİK BUCAK SONRA KDP’Yİ KURDU
Sivas’a gönderilen aileler içerisinde Bucak’lar da dikkati çekiyordu. 27 Mayıs darbesinden sonra, Bucak Aşireti’ndeki post kavgası “Develete ihanet” suçlamasına dönüşmüştü. İhsan Bucak, Hasan Oral ile Faik Bucak’ı asker makamlara ihbar ederken, şunları söylemişti:
“ Diş Tabibi Hasan Oral ve Avukat Faik Bucak, Anazu köyünde halkı silahlandırıyorlar. 10.000 kişilik silahlı bir grup oluşturuyorlar. Bir Kürt hükümeti kurmak, bu arada Adnan Menderes’i Yassıada’dan kurtarmak istiyorlar. Köylüleri, köy meydanına toplayarak, bu niyetlerini orada açıkladılar.” Bunun üzerine Bucakların büyük bir kısmı toplanarak Sivas Kampı’na götürüldü...Kampa getirilen Faik Bucak o dönem Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde siyaset yapıyordu. HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç Bucak, babasını şöyle anlatıyor:
Sivas Kampı ve 55’ler olayı preventiv (önleyici) devlet politikasının bir tezahürüdür. Kürt’lere yönelik “güvenlik boyutlu”geleneksel siyasetin bir parçasıdır. Zulümdür. Bu sürgünleri haklı göstermek için her türlü yalan ve şiddete başvurulmuştur... Sürgünden döndükten iki yıl sonra Faik Bucak ve arkadaşları 1938 Dersim isyanından 27 yıl sonra illegal Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurarak siyaseten ayrı örgütlenmenin ilk adımlarını attı ve partinin Genel Başkanlığına getirildi. Babamızın şahadetinden (5 Temmuz 1966) sonra bu gerçeği annemize hitaben yazılan Mella Mustafa Barzani imzalı başsağlığı mektubundan öğrendik.
Sivas Kampı ve ondan sonra başlayan sürgünlük dönemi ile birlikte Dersim sonrası Kürt’lerin siyaseten ayrı örgütlenmeye başlamasının 27 Mayıs askerî darbesi hızlandırıcı bir rol oynamıştır. Dedem (Hasan Bucak) Kırklareli’nde sürgünde iken yaşlılığı gözönüne alınarak kışın karakolda konuk edilmiş”. Polislere bize Abdülhamit’ten beri hep sopa atıyorlar. Kim gelse ilk işi bizi sürgüne gönderip sopa atmak oluyor!” dermiş. Orada ki polis memuru hüzünle bunu halama anlatmış. Gerçekten de öyle oldu. 1960’da dahil sürgün müdavimi idik. Yegâne suçumuz” Kürt olmaktı.” diyor.
SİVAS KAMPININ ÜNLÜLERİ
AK Parti’de Adana Milletvekili olan Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dedesi Zeynel Turan, Cem Vakfı Başkanı İzzetin Doğan’ın babası Hasan Hüseyin Doğan, Sedat Bucak’ın babası Hakkı Bucak, HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç Bucak’ın babası ve Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurucu başkanı Faik Bucak ve diğer Bucak’lar, Şeyh Said’in çocukları Şeyh Ali Rıza ve Şeyh Selahaddin Efendiler, Van’dan Kinyas Kartal ve diğer Kartallar, Hakkâri’den Ertuş’lar, Ağrı’dan Öztürk’ler, Diyarbakır’dan Ensarioğullar’ı, Elazığ’dan Septioğulları, Erzurum’dan Nurcu Mehmet Kırkıncı, Diyarbakır’dan Nurcu Mehmet Kayalar, Bayburt’tan Demokrat Parti Yöneticisi olan Baki Tuğ’un babası Necati Tuğ, Mardin’den Zeynel Abidin Erdem’in amcası Bahattin Erdem ve avukat M.Necati Kerimoğlu, Ağrı Tutak’tan Kazım Yıldırım, Malatya’dan Sait Çekmegil, Van CHP Milletvekili Tevfik Doğuışıker,Diyarbakır’dan Bozo Kemal lakaplı Kemal Yıldırım, Cemil Küfrevi, Batman’dan Sait Ramanlı, Kubbettin Septioğlu, Zeynel Abidin İnan, Mustafa Işık, Rıfat Ökten, Turhan Bilgin ve İlhan Kesici'nin babası daha birçok tanınmış sima bulunmaktaydı.
Oysa Sivas Kampı’nda Kürtçülük ve isyan edebilirler suçlamasıyla tutulanlardan Zeynel Turanlı’nın ailesi Milli Mücadele dönemindeki faaliyetlerden dolayı meclis tarafından altın madalyayla ödüllendirilmişti. Mardin’den getirilen Erdem ailesi gibi Sivas’a getirilen bir kısım ailenin Arap kökenli olması bile onların “bölücülük” ile suçlanmalarını engelleyemedi. Kürtçü olarak suçlanan bazı aileler ise daha sonra Kürtçü örgütlerle çatışmışlardı. Sivas’a getirilen tek milletvekili olan Tevfik Doğuışıker o dönem CHP Van Milletvekili idi. Diyarbakır’da Ensarioğulları ve Mehmet Kayalar başta olmak üzere tutuklamaları yapan kişi ise Şanar Yurdatapan’ın babası Daniyel Yurdatapan’dı.
Kampa getirilen en ilginç kişilerden birisi de Arap asıllı olan Demokrat Parti’de Mardin Milletvekilliği yapan Bahattin Erdem ve kardeşi Mehmet Sait Erdem’di. Türkiye’nin sayılı işadamlarından olan Zeynel Abidin Erdem, babası Mehmet Sait Erdem ve amcasının yaşadıkları sıkıntıyı anlatırken bugüne kadar neden Sivas’ı anlatmadıklarının da ipucunu veriyor: “Kampla ilgili bize birçok şey anlatıldı: Oradaki sefalet, soğuk, zaman zaman açlık... Biraz da o günün şartlarında değerlendirmek gerekirse orada bir haksızlık vardı. Bu, sadece sitemdir. Bu olayı yaşayan büyüklerimiz bize yaşadıklarını naklederken hepimize ayrı ayrı ve defalarca bir “emir” buyurdular: “Siz bunları gelecek nesillere intikal ettirmeyeceksiniz. Çünkü biz bu milletin kurucuları ve tamamlayıcılarıyız. Biz Seyyidiz. Biz fitne, ayrılık, kavga tohumu ekemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti bizim tek vatanımız, en büyük kurtuluş alanımız, devlet ise kurtarıcımızdır. Millet bizim daima içinde olduğumuz, bizi tamamlayan bir unsurdur.” Bugüne kadar ne büyük ne de küçüklerimiz bu yaşananları tekrar konuşmamıştır. Çünkü biz devlet ve milletle barışık olmak mecburiyetindeyiz. Anane ve töremiz budur. Hiçbir zaman yanlışı yanlışla onarmak isteyen, kızan veya bağıran değiliz, düzeltmeyi en yumuşak şekliyle yapan olmak istiyoruz” diyor.
“CHP KENDİ VEKİLİNİ İHRAÇ ETTİ”
Sivas Kampı’na getirilen bir de CHP’li vardı. Van milletvekili Tevfik Doğuışıker. Doğuışıker askerlerle tartıştığı için uçağa konularak kampa yollanmıştı. Tevfik Doğuışıker kamptayken milletvekili olduğu halde CHP’den ihraç edildi. Söz konusu bölüm kamp sakinleri tarafından şöyle anlatıldı:
“Kampta enteresan bir durum da vardı. CHP Van Milletvekili Tevfik Doğuışıker çok enteresan bir milletvekiliydi. Geçmişi oldukça tantanalıydı. Buda bir yüzbaşı ile kavga ediyor, çok inatçı, çok enteresan bir adamdı. Tabii Kinyas Kartal bunu biliyordu ve takılıyordu,
- “Tevfik sen de geldin mi” diyordu. Güya Tevfik, İsmet Paşa tarafından çok sevilen onun gözbebeği olan bir milletvekili. Geldi dedi ki,
- “Abdürezzak Bey, ben sizi eskiden de tanıyorum. İsmet Paşa’nın bizden haberi yok. Ben şimdi ona mektup yazayım, beni kurtarır seni de kurtarır” dedi. Babam dedi ki:
- “Ben İsmet Paşa’dan falan şefkat beklemiyorum. Ben burada ölüme razıyım onun merhametine sığınmam, buna tenezzül de etmem, beni dinlersen sen de etme”, “Olur mu Abdürrezak Bey “deyince babam,
- “Benim tanıdığım İsmet Paşa kimseye merhamete gelmemiştir. Tevfik yapma kendini harcıyorsun” dedi. Tevfik Bey bunun üzerine,
- “Sen bilmezsin” dedi ve mektup yazdı. Mektuba da şöyle yazıyor:
- “Paşam, ben burada 300 Demokrat Partili ile beraberim. Bunlarla beraber olmak benim kanıma dokunuyor. Haberiniz olsun, en büyük ceza bunlarla beraber olmaktır.” Üç gün sonra Öncü Gazetesi’ni aldık şöyle yazıyordu:
- “Tevfik Doğuışıker CHP’den ihraç edildi” Ondan sonra babam okuyunca “Tevfik gel hele” dedi.
- “Al sana senin İsmet Paşa’n seni kurtaracak adam seni partiden ihraç etti” dedi. Kampta olduğunda hâlâ milletvekilliği devam ediyordu.
CKMP’Lİ FAİK BUCAK SONRA KDP’Yİ KURDU
Sivas’a gönderilen aileler içerisinde Bucak’lar da dikkati çekiyordu. 27 Mayıs darbesinden sonra, Bucak Aşireti’ndeki post kavgası “Develete ihanet” suçlamasına dönüşmüştü. İhsan Bucak, Hasan Oral ile Faik Bucak’ı asker makamlara ihbar ederken, şunları söylemişti:
“ Diş Tabibi Hasan Oral ve Avukat Faik Bucak, Anazu köyünde halkı silahlandırıyorlar. 10.000 kişilik silahlı bir grup oluşturuyorlar. Bir Kürt hükümeti kurmak, bu arada Adnan Menderes’i Yassıada’dan kurtarmak istiyorlar. Köylüleri, köy meydanına toplayarak, bu niyetlerini orada açıkladılar.” Bunun üzerine Bucakların büyük bir kısmı toplanarak Sivas Kampı’na götürüldü...Kampa getirilen Faik Bucak o dönem Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde siyaset yapıyordu. HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç Bucak, babasını şöyle anlatıyor:
Sivas Kampı ve 55’ler olayı preventiv (önleyici) devlet politikasının bir tezahürüdür. Kürt’lere yönelik “güvenlik boyutlu”geleneksel siyasetin bir parçasıdır. Zulümdür. Bu sürgünleri haklı göstermek için her türlü yalan ve şiddete başvurulmuştur... Sürgünden döndükten iki yıl sonra Faik Bucak ve arkadaşları 1938 Dersim isyanından 27 yıl sonra illegal Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurarak siyaseten ayrı örgütlenmenin ilk adımlarını attı ve partinin Genel Başkanlığına getirildi. Babamızın şahadetinden (5 Temmuz 1966) sonra bu gerçeği annemize hitaben yazılan Mella Mustafa Barzani imzalı başsağlığı mektubundan öğrendik.
Sivas Kampı ve ondan sonra başlayan sürgünlük dönemi ile birlikte Dersim sonrası Kürt’lerin siyaseten ayrı örgütlenmeye başlamasının 27 Mayıs askerî darbesi hızlandırıcı bir rol oynamıştır. Dedem (Hasan Bucak) Kırklareli’nde sürgünde iken yaşlılığı gözönüne alınarak kışın karakolda konuk edilmiş”. Polislere bize Abdülhamit’ten beri hep sopa atıyorlar. Kim gelse ilk işi bizi sürgüne gönderip sopa atmak oluyor!” dermiş. Orada ki polis memuru hüzünle bunu halama anlatmış. Gerçekten de öyle oldu. 1960’da dahil sürgün müdavimi idik. Yegâne suçumuz” Kürt olmaktı.” diyor.
SİVAS KAMPININ ÜNLÜLERİ
AK Parti’de Adana Milletvekili olan Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dedesi Zeynel Turan, Cem Vakfı Başkanı İzzetin Doğan’ın babası Hasan Hüseyin Doğan, Sedat Bucak’ın babası Hakkı Bucak, HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç Bucak’ın babası ve Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurucu başkanı Faik Bucak ve diğer Bucak’lar, Şeyh Said’in çocukları Şeyh Ali Rıza ve Şeyh Selahaddin Efendiler, Van’dan Kinyas Kartal ve diğer Kartallar, Hakkâri’den Ertuş’lar, Ağrı’dan Öztürk’ler, Diyarbakır’dan Ensarioğullar’ı, Elazığ’dan Septioğulları, Erzurum’dan Nurcu Mehmet Kırkıncı, Diyarbakır’dan Nurcu Mehmet Kayalar, Bayburt’tan Demokrat Parti Yöneticisi olan Baki Tuğ’un babası Necati Tuğ, Mardin’den Zeynel Abidin Erdem’in amcası Bahattin Erdem ve avukat M.Necati Kerimoğlu, Ağrı Tutak’tan Kazım Yıldırım, Malatya’dan Sait Çekmegil, Van CHP Milletvekili Tevfik Doğuışıker,Diyarbakır’dan Bozo Kemal lakaplı Kemal Yıldırım, Cemil Küfrevi, Batman’dan Sait Ramanlı, Kubbettin Septioğlu, Zeynel Abidin İnan, Mustafa Işık, Rıfat Ökten, Turhan Bilgin ve İlhan Kesici'nin babası daha birçok tanınmış sima bulunmaktaydı.
Oysa Sivas Kampı’nda Kürtçülük ve isyan edebilirler suçlamasıyla tutulanlardan Zeynel Turanlı’nın ailesi Milli Mücadele dönemindeki faaliyetlerden dolayı meclis tarafından altın madalyayla ödüllendirilmişti. Mardin’den getirilen Erdem ailesi gibi Sivas’a getirilen bir kısım ailenin Arap kökenli olması bile onların “bölücülük” ile suçlanmalarını engelleyemedi. Kürtçü olarak suçlanan bazı aileler ise daha sonra Kürtçü örgütlerle çatışmışlardı. Sivas’a getirilen tek milletvekili olan Tevfik Doğuışıker o dönem CHP Van Milletvekili idi. Diyarbakır’da Ensarioğulları ve Mehmet Kayalar başta olmak üzere tutuklamaları yapan kişi ise Şanar Yurdatapan’ın babası Daniyel Yurdatapan’dı.
Yassıada’da savunma avukatlığı yapan Hüsamettin Cindoruk da Sivas Kampı ile
1938-1960 dönemi arasındaki barışın bozulduğunu ifade ediyor. Cindoruk, Celal
Bayar’ın Sivas için “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” dediğini belirtiyor:
“Onlara Sivas’ta Kürt olduklarını hatırlattılar. Celal Bayar buna siyasal Kürtçülük hareketi derdi. Kürtçe diye bir dil de var, ırk da var, buna kimse karşı çıkamaz. Ama ayrı bir devlet olmak isteyen devlete isyan eden, ayrılıkları keskinleştiren bir hareket de olmuştur daima, ona Bayar Siyasal Kürtçülük derdi ve Sivas’a bağlardı. Bayar Sivas Kampı’na çok içerlemişti. Çünkü Bayar Şark meselesi ile çok ilgiliydi, bu konuda Şark Raporu hazırlamış bir insandı. Bayar, Sivas Kampı’nın siyasal Kürtçülük şuurunu tekrar uyandırdığını söylüyordu. Yani 1800’lerden başlayan hareketler durmuşken Dersim Hadisesi Bayar’ın tabiriyle tenkil edilmişken, her şey yoluna girmişken belirli bir barış hareketi yerine gelmişken, Sivas Kampı Kürtlere bir işaret veriyor, “Ne duruyorsunuz? İşte siz busunuz, hepinizi topladık biraraya, planınızı programınızı yapın.”
Nitekim 27 Mayıs’tan hemen sonra Doğu Kültür Ocakları ve Rizgâri’ler ortaya çıkmıştır. Ve onlar kendilerine verilen imkânı yeterli bulmadıkları için silah zoruyla bu işlerin çözülebileceği noktasına gelmişler ve Apo Hareketi ortaya çıkmıştır. Apo yalnız değildir Apo’nun kaynağı Sivas’tır. Tabii orada Apo’nun peşinden gitmeyecek kadar idrak sahibi insanlar var, onlar siyasete tekrar dönmüşlerdir. Ama bir bölüm, bilhassa onlara yapılan haksızlıklardan ötürü kızgın olanlar Apo’ya doğru kaymışlardır ve Apo’da zamanlamasını iyi yapmıştır...
Bir akıllı adam böyle bir formülün işe yarayacağını söylemiştir. Kim buna önayak oldu, kimi Alparslan Türkeş diyor, kimi Türkeş’le birlikte aşırı milliyetçi subaylar ve erler diyor, kimi Ragıp Gümüşpala diyor. Ama kim düşündüyse kim yaptıysa birden bire Kürtçe bilmeyen Kürtler dahil hepsini getirdiler Sivas’ta bir askerî kampa koydular. 55 Ağa hadisesi gibi ki önemli bir hadisedir, bu sosyolojik ve siyasal yapıyı bozdu” diyor.
NURCULAR DA SİVAS KAMPI’NDA
Sivas Kampı’nın zorunlu misafirleri arasında Kürtler kadar Nurcular da yerini aldı. Görüştüğüm çoğu Nur gönüllüsü, Said Nursi’nin erkenden vefat etmemesi halinde onun da Sivas’ta zorunlu misafirliğe zorlanacağını ifade ettiler. Sivas Kampı’na gönderilen Nur talebeleri arasında Diyarbakır’dan Mehmet Kayalar, Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı, Mehmet Serçil, Kamil Sirkeci, Yavuz Telli, Hilmi Ardos, Kahramanmaraş’tan Mustafa Ramazanoğlu, Malatya’dan Tarık Aktekin, gibi birçok insan vardı.
Birçok insanın bütün hayatını vakfettiği Risal-i Nur ve Said Nursi hakkında Demokrat Parti’nin son dönemlerinde de “Gizli” ibareli raporlar tutuluyordu. Bu raporlar yıllar sonra Emniyet Genel Müdürlüğü vasıtasıyla kamuoyuna yansıtıldı. Kampa getirilen Mehmet Kırkıncı, Gülen’i Risale-i Nur ile tanıştıran kişiydi.
Diyarbakır’dan Sivas’a getirilen Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nurun Muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun Yüksek Bir Talebesi, Hayatını Nura Vakfeden Mehmet Kayalar...” gibi ifadelerle anlattığı Mehmet Kayalar Selanik doğumluydu. 1937 senesinin mayıs ayında Harp Okulu’nu bitirir ve subay olarak ordu saflarına katılır. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde vazife yapar. Kayalar 1952 yılında 41 yaşında yüzbaşı olarak ordudan emekli olmuştur.
Evli ve üç çocuk babası olan Kayalar 1994 yılında Yalova’da vefat eder. Mehmet Kayalar ismi Diyarbakır Nur hizmetleri ile bütünleşmiştir. Zira 1950’den 1973 yılına kadar bu şehirde kalmış ve “hizmetlere” imza atmıştır. İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu kampı denetlemeye geldiğinde herkes ayağa kalkar ama Mehmet Kayalar ve birkaç arkadaşı ayağa kalkmaz. M. İhsan Kızıloğlu, Kayalar’ın önünde durarak hakaret etmek ister ancak Kayalar onun hakaretine fırsat vermeden, “Senin soy ismindeki kızıllık, yüzünden görülmektedir. İsmin kızıllığı senin yüzüne aksetmiş” dedi.
Kayalar daha sonra “55 Ağa” içerisinde yer alarak Çanakkale’ye sürüldü. Orada Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektupta kısaca, “27 Mayıs’tan beri geçen 11 aylık zamanda maruz kaldığım acıklı muameleler, hapis ve neyfiyemdeki sıkıntılar ve bazı garazkâr neşriyatla üzerime tevcih edilen iftiraların hakikatsizliğini ifade etmek için şahsıma ait bu maruzatımı zikretmeye mecbur kaldım...
Hatta bugün Şarkta Kürtçülük damarını kırdığımız ve aleyhinde bulunduğumuz için bu menfi fikri taşıyan Kürtler bize düşman kesilmişlerdir. Şayet bizde Kürtçülük fikri bulunsaydı muhakkak bir sızıntısı, bir ipucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki 20-30 mahkemenin hiçbirisi, bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. Gerek umumi emniyette, gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir emare görülmemiştir” diyordu.
“Onlara Sivas’ta Kürt olduklarını hatırlattılar. Celal Bayar buna siyasal Kürtçülük hareketi derdi. Kürtçe diye bir dil de var, ırk da var, buna kimse karşı çıkamaz. Ama ayrı bir devlet olmak isteyen devlete isyan eden, ayrılıkları keskinleştiren bir hareket de olmuştur daima, ona Bayar Siyasal Kürtçülük derdi ve Sivas’a bağlardı. Bayar Sivas Kampı’na çok içerlemişti. Çünkü Bayar Şark meselesi ile çok ilgiliydi, bu konuda Şark Raporu hazırlamış bir insandı. Bayar, Sivas Kampı’nın siyasal Kürtçülük şuurunu tekrar uyandırdığını söylüyordu. Yani 1800’lerden başlayan hareketler durmuşken Dersim Hadisesi Bayar’ın tabiriyle tenkil edilmişken, her şey yoluna girmişken belirli bir barış hareketi yerine gelmişken, Sivas Kampı Kürtlere bir işaret veriyor, “Ne duruyorsunuz? İşte siz busunuz, hepinizi topladık biraraya, planınızı programınızı yapın.”
Nitekim 27 Mayıs’tan hemen sonra Doğu Kültür Ocakları ve Rizgâri’ler ortaya çıkmıştır. Ve onlar kendilerine verilen imkânı yeterli bulmadıkları için silah zoruyla bu işlerin çözülebileceği noktasına gelmişler ve Apo Hareketi ortaya çıkmıştır. Apo yalnız değildir Apo’nun kaynağı Sivas’tır. Tabii orada Apo’nun peşinden gitmeyecek kadar idrak sahibi insanlar var, onlar siyasete tekrar dönmüşlerdir. Ama bir bölüm, bilhassa onlara yapılan haksızlıklardan ötürü kızgın olanlar Apo’ya doğru kaymışlardır ve Apo’da zamanlamasını iyi yapmıştır...
Bir akıllı adam böyle bir formülün işe yarayacağını söylemiştir. Kim buna önayak oldu, kimi Alparslan Türkeş diyor, kimi Türkeş’le birlikte aşırı milliyetçi subaylar ve erler diyor, kimi Ragıp Gümüşpala diyor. Ama kim düşündüyse kim yaptıysa birden bire Kürtçe bilmeyen Kürtler dahil hepsini getirdiler Sivas’ta bir askerî kampa koydular. 55 Ağa hadisesi gibi ki önemli bir hadisedir, bu sosyolojik ve siyasal yapıyı bozdu” diyor.
NURCULAR DA SİVAS KAMPI’NDA
Sivas Kampı’nın zorunlu misafirleri arasında Kürtler kadar Nurcular da yerini aldı. Görüştüğüm çoğu Nur gönüllüsü, Said Nursi’nin erkenden vefat etmemesi halinde onun da Sivas’ta zorunlu misafirliğe zorlanacağını ifade ettiler. Sivas Kampı’na gönderilen Nur talebeleri arasında Diyarbakır’dan Mehmet Kayalar, Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı, Mehmet Serçil, Kamil Sirkeci, Yavuz Telli, Hilmi Ardos, Kahramanmaraş’tan Mustafa Ramazanoğlu, Malatya’dan Tarık Aktekin, gibi birçok insan vardı.
Birçok insanın bütün hayatını vakfettiği Risal-i Nur ve Said Nursi hakkında Demokrat Parti’nin son dönemlerinde de “Gizli” ibareli raporlar tutuluyordu. Bu raporlar yıllar sonra Emniyet Genel Müdürlüğü vasıtasıyla kamuoyuna yansıtıldı. Kampa getirilen Mehmet Kırkıncı, Gülen’i Risale-i Nur ile tanıştıran kişiydi.
Diyarbakır’dan Sivas’a getirilen Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nurun Muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun Yüksek Bir Talebesi, Hayatını Nura Vakfeden Mehmet Kayalar...” gibi ifadelerle anlattığı Mehmet Kayalar Selanik doğumluydu. 1937 senesinin mayıs ayında Harp Okulu’nu bitirir ve subay olarak ordu saflarına katılır. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde vazife yapar. Kayalar 1952 yılında 41 yaşında yüzbaşı olarak ordudan emekli olmuştur.
Evli ve üç çocuk babası olan Kayalar 1994 yılında Yalova’da vefat eder. Mehmet Kayalar ismi Diyarbakır Nur hizmetleri ile bütünleşmiştir. Zira 1950’den 1973 yılına kadar bu şehirde kalmış ve “hizmetlere” imza atmıştır. İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu kampı denetlemeye geldiğinde herkes ayağa kalkar ama Mehmet Kayalar ve birkaç arkadaşı ayağa kalkmaz. M. İhsan Kızıloğlu, Kayalar’ın önünde durarak hakaret etmek ister ancak Kayalar onun hakaretine fırsat vermeden, “Senin soy ismindeki kızıllık, yüzünden görülmektedir. İsmin kızıllığı senin yüzüne aksetmiş” dedi.
Kayalar daha sonra “55 Ağa” içerisinde yer alarak Çanakkale’ye sürüldü. Orada Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektupta kısaca, “27 Mayıs’tan beri geçen 11 aylık zamanda maruz kaldığım acıklı muameleler, hapis ve neyfiyemdeki sıkıntılar ve bazı garazkâr neşriyatla üzerime tevcih edilen iftiraların hakikatsizliğini ifade etmek için şahsıma ait bu maruzatımı zikretmeye mecbur kaldım...
Hatta bugün Şarkta Kürtçülük damarını kırdığımız ve aleyhinde bulunduğumuz için bu menfi fikri taşıyan Kürtler bize düşman kesilmişlerdir. Şayet bizde Kürtçülük fikri bulunsaydı muhakkak bir sızıntısı, bir ipucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki 20-30 mahkemenin hiçbirisi, bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. Gerek umumi emniyette, gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir emare görülmemiştir” diyordu.
Nurcular gibi Sivas’a getirilen en önemli kişilerden birisi de Malatya
Ekolü’nün öncü isimlerinden biri olan Sait Çekmegil’di. Çekmegil, daha sonra
yayımlanan anılarında Sivas Kampı’nda yaşadıklarını satırlara döktü.
SİVAS’I YAŞAYANLAR BUGÜN NE DEDİ
Hacı Said Ensarioğlu: Bu kadar yaşadıklarımdan sonra devletin bölücülüğünün oradan başladığını anladım. Biz kendimizi vatandaş zannediyorduk. Ben diyorum ki eşit haklara sahibim ama senin devletin kalkıyor, sen benden değilsin, sana özel bir kanun yapıyorum ve seni sürgün ediyorum. Olay buradan başladı. Devletin bölücülüğe burada tohum ekti.
Abdulilah Fırat: O günkü sistemleri medeni değildi. Bir darbe hükümeti idi. İnsanlıktan nasiplerini almamışlardı. Zulüm yapmaktan zevk duyan insanlardı. Hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu insan böyle zulümler gördükten sonra biliyor.
Sertaç Bucak: Sivas Kampı çözümleyici olmadı. Devletin tüm sürgün mağdurlarına karşı özür borcu olduğunu düşünüyorum. 1960’larda özür dilenmediği için 1990’larda devlet birkaç milyon Kürdü yeniden zorla yerinden etmiştir.
Zeynel Abidin Erdem: Ben bugün sürgüne gönderilmiş bir ailenin üyesi olarak ancak şunu söyleyebilirim. Biz hepimiz yanlış yaptık. Gerekli cezayı da aldık. Böyle bir inanış ve böyle bir son karar vardır. Bu kararı da o gün herkesle konuştuk. Tabii yukarıda arz ettiğim gibi bunun dedikodusunu yapmak ya da ileride bunların her gün tekrar yaşatılması, hatırlanması adına bir şey yapacak değilim.
Dengir Mir Mehmet Fırat: O zaman 105 sayılı yasaya göre yapılan uygulama tamamen insanlığa ve hukuka aykırı bir uygulamaydı. Dolayısıyla haksız bir uygulamaya uğrayan bütün insanlar gibi o insanlar üzerinde de çok büyük etkileri oldu. Bu tip uygulamaların devlete kazandırdığı hiçbir şey olmadı, temennim bu tip olayların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması.
“CUMHURİYET GAZETESİ YÜZÜNDEN KAMPA GİTTİK”
Sivas Kampı’na gönderilen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat kampa gönderilme gerekçesi olarak; Şeyh Said’in torunu olmayı ve Cumhuriyet gazetesinin yaptığı yayınların etkili olduğunu ifade ediyor “27 Mayıs’ın öteki Yüzü: Sivas Kampı” kitabında.
“Cumhuriyet gazetesinin 31 Mayıs 1960 yılında yapılanları alkışladığını görmekteyiz. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazıyordu: “Milli Birlik Komitesi’nin neşredeceği vesikalar, bir Kürdistan tesisi için DP Grubu içinde çalışanlar varmış. Sabık iktidarın Rus yapısı bir ciple vatan haini Şeyh Sait’in oğlunun Doğu’daki köylerde dolaşmasına göz yumulduğu tespit olunmuştur. Geliştirilmesine çalışılan gayenin yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda birkaç DP milletvekilinin çalışanlara müzair olduğu vesikalarda meydana çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izalesi yolunda zecri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” diyordu.
BUNLAR DAHA MI AZ AĞA
Sivas’a götürülenler hakkında herhangi bir suçlama yapılmamışken, Meclis’ten çıkarılan bir yasa olacakları haber veriyordu. 2510 sayılı yasaya ek olarak çıkarılan 105 nolu yasada şöyle deniyordu:
“Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır.” Bu sözlere bakılacak olursa, Sivas’taki toplama kampı ve mecburi iskânla, iktidar köylüleri baskı altından kurtarmak gibi “halkçı” bir iş yapıyordu.
CHP organı Ulus gazetesinin başyazarı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Efendi’nin mecburi iskân tasarısıyla ilgili 12 Ekim 1960 tarihinde şunları yazıyordu:
“Birkaç günden beri gazetelerde bahsi geçen Mecburi İskân Tasarısı, dün yayınlanan bir habere göre MKB’de görüşülerek kabul edilmiştir. Bu surette tasarının bir bölümünde görüldüğü gibi memleketimizin şu veya bu bölümünde ya da daha geniş bir bölge içinde dini his ve gelenekleri alet edenler, yabancı ideolojileri neşir ve telkine çalışanlar cebir ve şiddet kullanarak nüfuz ve baskıları altında adam sömürenler, bulundukları yerlerden uzak bölgelere nakledileceklerdir. Sürülecektir, demiyoruz. Çünkü bu gibiler için medeni haklardan mahrumiyet söz konusu değildir ve çıkarıldıkları bölgelere dönmemek şartıyla memleketin her tarafında dolaşmak serbestliği de ellerinden alınmayacaktır.
Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu bakımdan Mecburi İskân Tasarısı’ndaki sertlik biraz yumuşatılmış gibi görünüyor” diyordu. Öte taraftan Akşam gazetesinde Müfit Duru imzalı “Ağalardan sonra” ve Öncü gazetesinin “Şeyhlerin peşinde” yazı dizileri olmadık iftiralarla Sivas Kampı mağdurlarına saldırıyordu. Yön dergisi de konuyu inceleyerek Faik Bucak’ın görüşlerine yer veriyordu: “Faik Bucak ile konuşurken size şunları söyleyecektir:
“Benim toprağım yoktu ki toprak ağası olayım. Hayatımı avukatlık yaparak kazanıyordum. Yıllarca da bu memlekette hâkimlik yaptım. İşte bizim ağaların kaç dönüm toprağı olduğu da meydana çıktı. İyi ama bu memlekette madem ki toprak reformu diyoruz, madem ki sosyal adalet diyoruz, aklımıza niye Kasım Ağa (Gülek), Cavit Ağa (Oral), niye Fevzi Lütfü (Karaosmanoğlu), niye Hacı Ömer Ağa ve daha bunlar gibi yüzlercesi gelmiyor?
SİVAS’I YAŞAYANLAR BUGÜN NE DEDİ
Hacı Said Ensarioğlu: Bu kadar yaşadıklarımdan sonra devletin bölücülüğünün oradan başladığını anladım. Biz kendimizi vatandaş zannediyorduk. Ben diyorum ki eşit haklara sahibim ama senin devletin kalkıyor, sen benden değilsin, sana özel bir kanun yapıyorum ve seni sürgün ediyorum. Olay buradan başladı. Devletin bölücülüğe burada tohum ekti.
Abdulilah Fırat: O günkü sistemleri medeni değildi. Bir darbe hükümeti idi. İnsanlıktan nasiplerini almamışlardı. Zulüm yapmaktan zevk duyan insanlardı. Hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu insan böyle zulümler gördükten sonra biliyor.
Sertaç Bucak: Sivas Kampı çözümleyici olmadı. Devletin tüm sürgün mağdurlarına karşı özür borcu olduğunu düşünüyorum. 1960’larda özür dilenmediği için 1990’larda devlet birkaç milyon Kürdü yeniden zorla yerinden etmiştir.
Zeynel Abidin Erdem: Ben bugün sürgüne gönderilmiş bir ailenin üyesi olarak ancak şunu söyleyebilirim. Biz hepimiz yanlış yaptık. Gerekli cezayı da aldık. Böyle bir inanış ve böyle bir son karar vardır. Bu kararı da o gün herkesle konuştuk. Tabii yukarıda arz ettiğim gibi bunun dedikodusunu yapmak ya da ileride bunların her gün tekrar yaşatılması, hatırlanması adına bir şey yapacak değilim.
Dengir Mir Mehmet Fırat: O zaman 105 sayılı yasaya göre yapılan uygulama tamamen insanlığa ve hukuka aykırı bir uygulamaydı. Dolayısıyla haksız bir uygulamaya uğrayan bütün insanlar gibi o insanlar üzerinde de çok büyük etkileri oldu. Bu tip uygulamaların devlete kazandırdığı hiçbir şey olmadı, temennim bu tip olayların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması.
“CUMHURİYET GAZETESİ YÜZÜNDEN KAMPA GİTTİK”
Sivas Kampı’na gönderilen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat kampa gönderilme gerekçesi olarak; Şeyh Said’in torunu olmayı ve Cumhuriyet gazetesinin yaptığı yayınların etkili olduğunu ifade ediyor “27 Mayıs’ın öteki Yüzü: Sivas Kampı” kitabında.
“Cumhuriyet gazetesinin 31 Mayıs 1960 yılında yapılanları alkışladığını görmekteyiz. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazıyordu: “Milli Birlik Komitesi’nin neşredeceği vesikalar, bir Kürdistan tesisi için DP Grubu içinde çalışanlar varmış. Sabık iktidarın Rus yapısı bir ciple vatan haini Şeyh Sait’in oğlunun Doğu’daki köylerde dolaşmasına göz yumulduğu tespit olunmuştur. Geliştirilmesine çalışılan gayenin yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda birkaç DP milletvekilinin çalışanlara müzair olduğu vesikalarda meydana çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izalesi yolunda zecri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” diyordu.
BUNLAR DAHA MI AZ AĞA
Sivas’a götürülenler hakkında herhangi bir suçlama yapılmamışken, Meclis’ten çıkarılan bir yasa olacakları haber veriyordu. 2510 sayılı yasaya ek olarak çıkarılan 105 nolu yasada şöyle deniyordu:
“Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır.” Bu sözlere bakılacak olursa, Sivas’taki toplama kampı ve mecburi iskânla, iktidar köylüleri baskı altından kurtarmak gibi “halkçı” bir iş yapıyordu.
CHP organı Ulus gazetesinin başyazarı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Efendi’nin mecburi iskân tasarısıyla ilgili 12 Ekim 1960 tarihinde şunları yazıyordu:
“Birkaç günden beri gazetelerde bahsi geçen Mecburi İskân Tasarısı, dün yayınlanan bir habere göre MKB’de görüşülerek kabul edilmiştir. Bu surette tasarının bir bölümünde görüldüğü gibi memleketimizin şu veya bu bölümünde ya da daha geniş bir bölge içinde dini his ve gelenekleri alet edenler, yabancı ideolojileri neşir ve telkine çalışanlar cebir ve şiddet kullanarak nüfuz ve baskıları altında adam sömürenler, bulundukları yerlerden uzak bölgelere nakledileceklerdir. Sürülecektir, demiyoruz. Çünkü bu gibiler için medeni haklardan mahrumiyet söz konusu değildir ve çıkarıldıkları bölgelere dönmemek şartıyla memleketin her tarafında dolaşmak serbestliği de ellerinden alınmayacaktır.
Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu bakımdan Mecburi İskân Tasarısı’ndaki sertlik biraz yumuşatılmış gibi görünüyor” diyordu. Öte taraftan Akşam gazetesinde Müfit Duru imzalı “Ağalardan sonra” ve Öncü gazetesinin “Şeyhlerin peşinde” yazı dizileri olmadık iftiralarla Sivas Kampı mağdurlarına saldırıyordu. Yön dergisi de konuyu inceleyerek Faik Bucak’ın görüşlerine yer veriyordu: “Faik Bucak ile konuşurken size şunları söyleyecektir:
“Benim toprağım yoktu ki toprak ağası olayım. Hayatımı avukatlık yaparak kazanıyordum. Yıllarca da bu memlekette hâkimlik yaptım. İşte bizim ağaların kaç dönüm toprağı olduğu da meydana çıktı. İyi ama bu memlekette madem ki toprak reformu diyoruz, madem ki sosyal adalet diyoruz, aklımıza niye Kasım Ağa (Gülek), Cavit Ağa (Oral), niye Fevzi Lütfü (Karaosmanoğlu), niye Hacı Ömer Ağa ve daha bunlar gibi yüzlercesi gelmiyor?
Bunların toprakları bizimkilerin topraklarından yüzlerce defa
büyük.
Ya İstanbul’daki sermaye ağaları? Bunlar sanki daha az mı
ağa?
55’LERDEN BUCAK VE KARTAL’IN TANIKLIĞI
Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşmüştü. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, “Adalet tecelli eder.” Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Üç yüz kişiydik. Biz 55’leri ayırıp alıkoydular. Mesele sürgün müydü? İlk bakışta hissi konuştuğumuz sanılabilir. Bu soruların hakiki sebeplerini sıralayalım: 55’lerin bedbahtlık ve felaketlerinin sebebi Kürt asıllı olmalarında mı aranmalıdır?
Yoksa hepimizin Demokrat Partili olmasında mı aranmalı? Yalnız Türkiye’de milyonlarca Demokrat Parti’li varken onlar niye bizim gibi sürülmediler? Biraz geriye dönelim. Masumiyetimiz teslim edildikten sonra Ankara’ya geldik. İlk fırsatta günün idarecileriyle temas ettik. Salahiyetli makamlar bize haksızlık edildiğini kabul ettiler ve en kısa zamanda yerlerimize iade edeceklerini vaat ettiler. Türk aydınları, sizi haklı davamızın hakemleri seçiyoruz.
NUMAN ESİN: İSYAN HAZIRLIĞI VARDI
Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin yıllar sonra Sivas Kampı ile değerlendirmeleri Güneri Civaoğlu’nun programında sorduğu “Menderes Kürt sorunu için ne söyledi?” sorusuna verdiği cevapta “ Bizim o tarihte bir endişemiz vardı. Acaba bir ayaklanma olur mu diye. Elli beş ağayı da o sebeple yönetim tutuklamıştı. Onları, güvenlik önlemi aldırarak, Sivas’ta nezaret altında bulunduruyordu. Bu arada acaba hükümetin, güneydoğuyla ilgili özel birtakım tedbirleri var mıydı? Aldığım cevap buydu ve son derece doğru bir cevaptı, demokrasi içinde.
Gerçekten, 1938’den sonra, 1970’lere kadar, doğuda bir ayaklanma olmamıştı ve istikrar vardı. Türkiye’de bu istikrarı daha sonraki yıllarda yanlış uygulamalar bozmuştur ve güneydoğu sorunu Türkiye için ciddi, çok pahalı, çok riskli bir sorun haline gelmiştir.” dedi. Ancak Esin geçen hafta İstanbul’da katıldığı bir konferansta Sivas Kampı uygulamasının emrini kendilerinin vermediğini, İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu’nun bu emri tek başına aldığını ifade etti. (Nevzat Çiçek- Sivas Kampı kitabı)
55’LERDEN BUCAK VE KARTAL’IN TANIKLIĞI
Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşmüştü. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, “Adalet tecelli eder.” Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Üç yüz kişiydik. Biz 55’leri ayırıp alıkoydular. Mesele sürgün müydü? İlk bakışta hissi konuştuğumuz sanılabilir. Bu soruların hakiki sebeplerini sıralayalım: 55’lerin bedbahtlık ve felaketlerinin sebebi Kürt asıllı olmalarında mı aranmalıdır?
Yoksa hepimizin Demokrat Partili olmasında mı aranmalı? Yalnız Türkiye’de milyonlarca Demokrat Parti’li varken onlar niye bizim gibi sürülmediler? Biraz geriye dönelim. Masumiyetimiz teslim edildikten sonra Ankara’ya geldik. İlk fırsatta günün idarecileriyle temas ettik. Salahiyetli makamlar bize haksızlık edildiğini kabul ettiler ve en kısa zamanda yerlerimize iade edeceklerini vaat ettiler. Türk aydınları, sizi haklı davamızın hakemleri seçiyoruz.
NUMAN ESİN: İSYAN HAZIRLIĞI VARDI
Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin yıllar sonra Sivas Kampı ile değerlendirmeleri Güneri Civaoğlu’nun programında sorduğu “Menderes Kürt sorunu için ne söyledi?” sorusuna verdiği cevapta “ Bizim o tarihte bir endişemiz vardı. Acaba bir ayaklanma olur mu diye. Elli beş ağayı da o sebeple yönetim tutuklamıştı. Onları, güvenlik önlemi aldırarak, Sivas’ta nezaret altında bulunduruyordu. Bu arada acaba hükümetin, güneydoğuyla ilgili özel birtakım tedbirleri var mıydı? Aldığım cevap buydu ve son derece doğru bir cevaptı, demokrasi içinde.
Gerçekten, 1938’den sonra, 1970’lere kadar, doğuda bir ayaklanma olmamıştı ve istikrar vardı. Türkiye’de bu istikrarı daha sonraki yıllarda yanlış uygulamalar bozmuştur ve güneydoğu sorunu Türkiye için ciddi, çok pahalı, çok riskli bir sorun haline gelmiştir.” dedi. Ancak Esin geçen hafta İstanbul’da katıldığı bir konferansta Sivas Kampı uygulamasının emrini kendilerinin vermediğini, İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu’nun bu emri tek başına aldığını ifade etti. (Nevzat Çiçek- Sivas Kampı kitabı)
5 Mayıs 2014 Pazartesi
555K OLAYI (05 Mayıs 1960) ve 27 MAYIS
555K OLAYI
(5. ayın 5’i,
saat 5’de Kızılay’da buluşalım; 05 Mayıs 1960)
5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti
aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemi. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te
Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil
itaatsizlik" eylemi olarak da anılır.
28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi ülkedeki ortamı iyice germişti.DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu.
Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?”
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Yürüyüşten kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi gerçekleşti.
28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi ülkedeki ortamı iyice germişti.DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu.
Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?”
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Yürüyüşten kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi gerçekleşti.
Önerge Darbeyi Getirdi
1959 yılı iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler
açısından son derece gergin geçmişti. Bu gerginlik 1960'a girildiğinde bir
türlü yumuşamak bilmediği gibi daha da sertleşmeye yüz tuttu. 7 Nisan'da DP
Meclis Grubu bir bildiri yayımladı.
Bildiride CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde
topladığı, halkı orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürüldü. Bu
bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin eylemlerinin
soruşturulması için bir önerge verdi.
Önerge 18 Nisan'da Meclis'te büyük bir çoğunlukla kabul
edildi. Yasaya göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay
boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı.
Öğrenci Olayları
Tırmandı
Muhalefet ve basını soruşturmak için Tahkikat Komisyonu
kurulması ülkede geniş yankı yaptı. Komisyon görevine başlar başlamaz, Ankara
ve İstanbul'da öğrenciler protesto gösterileri düzenlediler. 26 Nisan'da
İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri baskıları protesto ederken, 28 Nisan'da
da öğrenciler merkez binada bir toplantı düzenlediler. Güvenlik güçlerinin
toplantıya müdahale etmesiyle olay çıktı.
Üniversite içinde başlayan çatışma Beyazıt Meydanı'na taştı.
Buradaki çatışmada Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz aldığı bir kurşun
yarasıyla hayatını kaybetti. Olaylar nedeniyle Ankara ve İstanbul'da
sıkıyönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı kondu, ancak öğrencilerin
gösterileri durmadı.
Parola Ters Tepti
30 Nisan'da İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen
protesto gösterileri sırasında Nedim Özpolat adlı bir başka öğrenci hayatını
kaybetti. 28-29 Nisan gösterilerinden sonra bu kez DP yönetimi, 5 Mayıs günü
saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeye karar verdi.
Buna göre iktidar partisine mensup gençler, Kızılay
Meydanı'nda, Meclis'ten çıkıp Çankaya 'ya gidecek olan Celal Bayar ve
Adnan Menderes'i alkışlayıp destekleyeceklerdi.
Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oldular
ve 555K (5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını
geniş bir öğrenci kitlesine duyurdular. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan
gençler, Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme amacıyla Kızılay'a gelen
DP yanlısı gençler azınlıkta kaldı.
Saat 6 civarında meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok
büyük protestolarla karşılaştı. Hatta bazı göstericiler Menderes'i
tartakladılar. Menderes bir gazetecinin arabasına binerek meydandan güçlükle
uzaklaştırıldı.
Harp Okulu'ndan İlk
İşaret
Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alttan alta
başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkca belli etmeye
başlamıştı. Özellikle 29 Nisan'daki gösteriler sırasındaki öğrenci-ordu
dayanışması dikkat çekiciydi.
Ankara'daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara
Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e
bir mektup göndermiş ve ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış için bazı
önerilerde bulunmuştu.
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri
iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan
çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama
yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını
tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Ancak bu açıklama darbecileri daha önce almış oldukları
yönetime el koyma kararından vazgeçirmedi. Geniş bir kesim de ordunun yönetime
el koymasını sabırsızlıkla bekliyordu.
Ve Asker Yönetime El
Koydu
Menderes'in Tahkikat Komisyonu'nun CHP hakkında verilen
önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27
Mayıs 1960'da başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel'in yaptığı ve Milli Birlik
Komitesi adı altında toplanan bir subay grubu, emirleri altındaki askeri
birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul'daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve
Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı…
27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan
bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif
hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk
Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" deniyordu.
Menderes İdam Edildi
Toplam 202 oturum yapılırken, binin üzerinde tanık dinlendi.
DP'nin önde gelenlerinden 31 sanık ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, 418
sanığa altı ayla 20 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezaları verildi. 123
sanık beraat etti. Beş sanık hakkında dava düştü.
16 ay boyunca Yassıada'da kalan Adnan Menderes, hakkında
açılan 6 davadan birinde beraat ederken, diğerlerinden mahkum edildi. Yüksek
Adalet Divanı Menderes'in de bulunduğu 15 kişiyi idama mahkum etti.
MBK bunlardan sadece Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin
Rüştü Zorlu'nun kararlarını onayladı. 65 yaşını geçmiş olan Bayar ile oy
çokluğuyla ölüm cezasına çarptırılan öteki 11 sanığın cezaları ömür boyu hapis
cezasına dönüştürüldü.
Polatkan ve Zorlu'nun cezası 16 Eylül'de, Menderes'in cezası
ise kararın açıklanmasından bir gün önce intihar girişiminde bulunduğu için
tedavisi tamamlandıktan sonra 17 Eylül'de infaz edildi.
38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi üyelerinin 5'i
general, 8'i albay, 7'si yarbay, 10'u binbaşı ve 8'i yüzbaşı idi. Komite,
izleyen günlerde Türkiye'nin siyasi yaşamına egemen oldu ve 25 Ekim 1961'e
kadar görevini sürdürdü.
"Türban yasağının medyadaki savunucuları hafta sonu
karşıt eyleminin '222A' adıyla yapıldığını duyunca ayılacaklar mı acaba?"
Zihnime takılan bu soruya dün gazete sayfalarında cevap
aradım. Bir-iki zaten demokrat yazar dışında, bugüne kadar kendisini 'demokrat'
olarak tanıyalım diye yapmadığı numara kalmamışlar arasından 'ironi'ye dikkat
çeken ve "Benden bu kadar" diyen tek kişiye rastlamadım. Demek ki,
'222A' arkasından da benzer bir 'olay' gelse gıkları çıkmayacak...
Bizde 'tarihin tekerrür ettiğine' dair inanç tamdır.
Rahmetli Mehmet Akif, "Hiç ibret alınsa tekerrür mü ederdi" diye
sormuş ya, biz de kabulün gerçekliğine bir kez inanmışız. Bu sebeple de
'gez-göz-arpacık' gibi 'determinist' bir yaklaşıma sahibiz: 'Gerici bir
ayaklanma' olarak yansıtılabilecek herhangi bir girişim, ardından karşıt kitle
eylemleri ve sonunda da o meşum olay, darbe!
31 Mart vakası 'gerici ayaklanma' idi, ardından Hareket
Ordusu İstanbul'a girdi ve iktidar el değiştirdi. Demokrat Parti'nin 'Tahkikat
Komisyonu' kurması bir 'gerici girişim' sayıldı; ardından 28 ve 30 Nisan karşı
kitle hareketleri ve '555K' olayı geldi, sonra da 27 Mayıs oldu... Dizin 28 Şubat'a
kadar uzatılabilir: Televizyonlardaki görüntüleri 'gerçek' sayıp 'bir dakika
aydınlık' eylemleri yaptılar, 28 Şubat gerçekleşti...
Şimdi de aynı dizinin tekerrür etmesi bekleniyor. 27
Mayıs'ın '555K' eyleminin benzeri olarak sahneye konulan karşı kitle eylemi
sonrası için geri sayıma başlayanlar herhalde vardır. '555K' eyleminden 22 gün
sonra askerler yönetime el koymuştu 1960'ta.
'555K' eylemi nedir mi?
İlkokul sonrası başlayıp üniversite bitene kadar 'Devrim
Tarihi' dersi okutulan Türkiye'de 27 Mayıs öncesinin en önemli olaylarından
birini bilmeyenler çıkması tuhaftır, ama yine de normal karşılamamız lâzım.
Bazı noktaları zihinlere sokmak için her yıl tekrarlatanlar, bazılarını da
unutulmaya terk ediyorlar. '555K' unutulmaya terk edilenlerden...
İnternet ansiklopedisi Wikipedia '555K' olayını şöyle anlatıyor:
"555K, 5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı
öğrencilerin yaptığı protesto eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5'te
Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem Cumhuriyet tarihinin ilk 'sivil
itaatsizlik' eylemi olarak da anılır. 28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle
öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi
ülkedeki ortamı iyice germişti. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen
dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında
buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal,
şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in 'Ne
istiyorsunuz?' sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp 'Hürriyet istiyoruz!'
demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: 'Başbakanın yakasına
yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?' 555K eyleminden 3 hafta sonra 27
Mayıs İhtilali gerçekleşti."
Olayın pek çok görgü tanığı var, bazısı gördüğünü
kitaplaştırdı da. Olayın üç aşağı beş yukarı Wiki tarafından aktarıldığı
biçimde geçtiği söylenebilir. Menderes göstericiler içerisine girer. Kendinden
emindir. Ancak orada toplananlar da ne yaptıklarını ve niçin yaptıklarını
bilmektedirler. Karşılıklı restleşmeler yaşanır ve bir delikanlı başbakanın
yakasına yapışır.
O delikanlının kim olduğu tartışmalıdır işte. Çoğu kişi
"Deniz Baykal'dı" derken, başka isimler veren de çıkmıştır. Doğru
veya yanlış, o olaydaki rolü Deniz Baykal'ı bugüne kadar izlemektedir.
50 yıl önce olan bir olaya ismi karışan birinin isminin
bugün de pek farklı olmayan bir olayda anılmasındadır gariplik... '555K' eylemi
ile '222A' eylemi arasında derhal kurulması beklenen süreklilik görüntüsünü
sağlayan nedir sizce? Rakam ve harften oluşan bir şifre mi, yoksa Deniz Baykal
ismi mi?
Bizde sürekliliği sağlayan başka benzerlikler de
bulunabilir.
27 Mayıs öncesinde Türk basınında yeni filizlenmeye başlayan
bazı isimler bugün ağır yazar konumundalar. Çoğu 80'li yaşlarını sürdürüyor,
bazısı 80'ine merdiven dayamış durumda... Onların 27 Mayıs öncesi yazdıklarıyla
bugün hâlâ korudukları sütunlarında yazdıkları arasında da müthiş benzerlikler
bulunuyor. Kimleri kast ettiğimi herhalde anlamışsınızdır; okuyun yazdıklarını,
gözlerinizi kapatıp 27 Mayıs öncesine zihinsel bir yolculuğa çıkın; evet, o
zaman da benzer şeyler yazmışlardı...
Tarihi tekerrürden ibaret sayıyor bazıları. Evet, yakın
zamana kadar öyleydi, tekerrür ederdi. 'Zamanın ruhu' ve 'egemen siyasi akıl'
eskisinden değişik bugün. İnşallah avuçlarını yalayacaklar...
Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 27 Mayıs Darbesi,
1960
Utanmasını bilmeyen bir millet, hata yapmaya mahkûmdur...
27 Mayıs Darbesi, 27
Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askeri
darbe olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca 27 Mayıs Askerî Müdahalesi, 27 Mayıs
İhtilâli ya da 27 Mayıs Devrimi olarak da anılır. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat
Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü
gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay,
27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koymuş ve yönetimi kısa bir
süreliğine sürdürerek önemli revizyonlara imza atmışlardır. Darbeye doğru
ilerleyen süreçte ülkenin içine sokulduğu karanlık duruma rağmen hiçbir darbe
çözüm olarak düşünülemez. Dönemin tarihsel seyri dikkate alındığında bu olumsuz
akışı kabullenebilmek tabiî ki mümkün değildir lakin yapılması gerekenin darbe
olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu darbe neticesinde 37 subaydan oluşan
Milli Birlik Komitesi anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya
aldı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan
Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından
Ali Fuat Paşa ve Kore gazisi Tahsin Yazıcı da tutuklananlar arasındaydı.
Milli Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi. 3. Ordu
Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha
kıdemli değilse ordusuyla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını
söylemesi üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli
Birlik Komitesi'nin başına getirildi. Bu darbenin daha sonraki yıllarda meydana
gelen askeri darbelerden farkı, Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri
içinde yapılmamış olmasıydı; nitekim dönemin Genelkurmay başkanı da yönetime el
koyan askeri güçler tarafından tutuklanmıştı. Bu özelliğine rağmen kalıcı
olabilmesi ve önemli değişikliklere imza atabilmesi son derece ilginç bir durum
oluşturmuştur.
27 Mayıs Askeri Darbesinin nedenlerine gelecek olursak;
1950'li yılların sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını
duyan Adnan Menderes'in çevresine "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare
ederim" dediği iddia edilerek ordu mensupları tahrik ediliyor olması gibi
birçok neden sayılabilir. Lakin bu neden zaten ülkede yaşanılan baskı ve dikta
yönetime dair oluşan tepkinin birikmesinin yanında zaten tüm anlamı ile
rahatsız olan ordunun hareket almasında ki küçük bir etkidir. Yassıada
Yargılamaları sırasında Refik Koraltan'ın avukatlığını yapan Hüsamettin
Cindoruk, Mahkeme başsavcısının Menderes'e bu konuyu sorması üzerine
Menderes'in “Efendim ben devleti idare ettim, yedek subaylık yaptım, kendi
gücümü biliyorum. Bu ordu yedek subaylarla nasıl idare edilir. Bunu kim
uydurmuş?” dediğini belirtmiştir. Kendisinin bu lafı söyleyip söylemediği kesin
olarak bilinmemekle birlikte darbeyi hazırlayanların bu sözleri propaganda
amacıyla kullandığı yönünde söylentilerde mevcuttur. Bu sözler 27 Mayıs'tan
sonra da darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmış mıdır bilinmez ama gerçekleşen
bu darbeye dair ülkemizde hala net bir görüş yoktur. Bir kesim tarafından
kahraman olarak anılan Demokrat Parti yönetimi, diğer bir kesim tarafından
vatan haini olarak atfedilmektedir. Bu durumda darbeye dair birçok tartışmayı
beraberinde getirmektedir.
Darbenin nedeninin Menderes hükümetinin uygulamaları ve
çıkardığı yasalar olduğu, cunta yönetimi tarafından ileri sürülmüş, MBK;
darbeyi, kardeş kavgasına son vermek ve bütün askeri darbelerde ileri sürüldüğü
gibi laiklik ilkesine aykırı uygulamaları durdurmak için yaptığını
belirtmiştir. Ayrıca kimi subaylar ve ülkenin önemli bir kesimi DP iktidarının
Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiğini düşünmekteydi. Bunların dışında,
darbenin iktidarı geleneksel elit iktidar gruplarına (ordu ile siyasî
bürokrasiye) vermek amacıyla yapıldığını öne süren kaynaklar da mevcuttur.
Ayrıca başlangıç aşamasında sayılabilecek bir ekonomik kriz havasının da
darbenin etkenlerinden olduğu belirtilmektedir.
Darbe öncesi döneme bakacak olursak DP anayasa ihlalleriyle
suçlamaktadır. Adnan Menderes'in üniversite çevrelerine "kara
cübbeliler" olarak hitap ettiği ve bunun yayınlanmaması için basına yasak
koyduğu iddia edilir. Ayrıca diğer tüm olgularda olduğu gibi basın üzerinde
yapılan yasaklama ve baskılarda zirveye ulaşmış, yandaş basın desteklenirken
muhalif basın her türlü gayrı meşru yöntemle sindirilmiştir. Üniversite
çevreleri ve bazı aydınlar ise ne yazık ki bukalemun misali iktidara yakın
durmak maksadı ile tüm bu baskı ve dikta yönetim anlayışına destek verirler.
İhtilalden bir ay önce İstanbul Üniversitesi'nde DP karşıtı bir eylem zorlukla
bastırılır. Eylemi bastırmakla görevli askerlerin tutumu ordunun da DP'ye cephe
aldığını göstermektedir. Bu olaya şahit olan Ali Fuat Başgil o an, gördüklerini
şu şekilde değerlendirir; “Tamam dedim. Bu hareket orduya da sirayet ettiğine
göre, artık Menderes Hükümeti gitmiştir.”
Tırmanan olaylardan ve huzursuz ortamdan muhalefet partisi
CHP'yi sorumlu tutan Demokrat Parti'nin, 2 Ağustos 1958 tarihli bir Meclis
grubu bildirisi şu şekildeydi:"CHP idarecileri, Meclis ve hükümetin
meşruiyet ve istikrarını, şiddet yolu ile tahrip etmenin mümkün, hatta lazım
olduğu kanaatini uyandırmaya müncer olacak, çok tehlikeli bir yola girmişlerdir"
Ayrıca dış politikada Menderes, iktidarının son yıllarında
artık Marshall Planı kapsamında Amerika'dan daha fazla kredi alamadığını
görülmüş ve Seydişehir Aluminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi
projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır.
Bu amaçla Sovyetler Birliği'ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin
gelişmesi için Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı
yapılmaktaydı. Nitekim, Demokrat Parti'nin devamı olan ve "Demokrat
Partisinin C Takımı", "Hışımlılar" ve "Müfritler"
adıyla anılan Adalet Partisi, darbeden yıllar sonra yapılan seçimlerde 1965
yılında tek başına iktidara geldiğinde, Adnan Menderes döneminde projesi
yapılıp da kredi yokluğundan gerçekleştirilemeyen bu projeleri Sovyetler
Birliği'nden alınan proje kredileriyle bitirmiştir. Bu duruma göre ihtilalin
arkasında başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve CIA’nin varlığı iddialarını
ortaya atmıştır. Lakin Demokrat Parti döneminin tamamına bakılınca Türkiye’nin
son derece şiddetli olarak ABD’ye yaklaştığı, ekonomik olarak tüm
bağlantılarını ABD’ye bağladığı görülmektedir. Bugün ki ekonomik esaretin ilk
halkaları Ogünlerde atılmış ve bu durum ülkenin aydın ve ilerici kesimleri
tarafından son derece sert bir şekilde eleştirilmiştir.
Ülkeyi darbeye sürükleyen süreçte 27 Ekim 1957 seçimlerinin
oldukça sert bir hava içerisinde yapılması da son derece etkili olmuştur. DP
seçimler öncesinde yasal düzenlemeler yaparak, muhalefetin bütünleşerek
seçimlere bir cephe halinde girmesini engellemiş seçimlerin sonucuna daha seçim
olmadan müdahale etmiştir. Demokrasinin baskılarla sekteye uğratılması
iddialara göre CHP'li seçmenlerin kütüklere yazılmaması ve bazı yerlerde
sandıklarda seçim sonuçlarının bile değiştirilmesi ile devam ediyor. Seçim
sonrasında Kayseri, Giresun, Çanakkale ve Samsun'da gösteriler yapılmış ve
kavgalar yaşanmıştır. Gaziantep'te ise radyo ve gazeteler önce CHP'nin zaferini
ilan etmiş fakat daha sonra "köyden gelen oylar" ile seçim sonucunu
DP'nin zaferi olarak değiştirilmiştir. CHP'nin itirazı üzerine oy pusulaları
Gaziantep Adliyesi binasına getirilmiş ancak Gaziantep Adliyesi oy
pusulalarıyla birlikte yanmıştır. İsmet İnönü, bu usulsüzlükleri "Kütük
Marifetleri" ve İçişleri Bakanı Namık Gedik'i de "Kütük Bakanı"
olarak adlandırmıştır. DP hükûmeti bu "Antep hadisesi" haberlerinin
yayınlanması daha öncesinde yasaklanan birçok yayın gibi yasaklamıştır. DP
iktidar gücünü her daim iktidarın ve baskının devamını sağlamak için illegal
bir şekilde kullanmıştır.
Seçim sonucunda ise DP oyların %47, 88'ini alarak
yürürlükteki çoğunluk esasına dayalı seçim sistemi sayesinde 424 milletvekili
çıkarmıştır. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu CHP ise her türlü hile iddiasına
rağmen %41, 09 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştır. Seçim öncesi değiştirilen
seçim sistemi ve seçim sürecinde yapılan illegal hareketler neticesinde temsili
demokrasi işlevsiz bırakılmıştır. Seçimin diğer katılanları olan Cumhuriyetçi
Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ise dörder milletvekilliği kazanmışlardır.
Muhalefetin toplam oy miktarı DP'yi geride bırakıyordu. Demokrat Parti,
matematiksel olarak muhalefet partilerinin oyları karşısında azınlığın iktidarı
konumundaydı. Seçimlerden sonra, siyasal ortamdaki gerginlik artarak devam
etti. CHP yurt çapında destek görmeye başlamıştı. Bir önceki seçimde %35 olan
oy oranını % 41'e yükseltmesi bunun göstergesiydi. Oysa DP 1954'te % 57 olan oy
oranını % 47'ye düşürmüştü.
Darbeye götüren süreçte yaşanılan bir diğer olay ise Gizli
komiteler ve Dokuz subay olayıdır. 1954'te İstanbul'da Dündür Seyhan ve Orhan
Kabibay'ın kurduğu komiteye Faruk Güventürk, Ahmet Yıldız, Suphi Görsoytrak,
Orhan Erkanlı ve Necati Ünsalan gibi genç subaylar katılmışlardır. Ankara'da
ise Talat Aydemir, Millî Müdafaa Vekili Ethem Menders'in yaveri Adnan
Çelikoğlu, Sezai Okan, Osman Köksal ve yandaşları ayrı bir komite kurmuşlardır.
1957'de de İstanbul ve Ankara'daki iki komite birleşmiştir.
Birleşik komite 27 Ekim 1957'de öngörülen seçimlerinde
DP'nin kaybedeceğini varsayarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde zırhlı
birlikler ile şeref tribünündeki DP'lileri tutuklayarak yönetime el koymayı
planladı. Fakat seçimde DP kazandığı için darbe Şubat 1958'e ertelenmişti.
Bu arada 16 Ocak 1958'de komite üyesi Kurmay Binbaşı Samet
Kuşçu'nun ihbarı üzerine emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci
Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı
Ata Tan, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade
Yüzbaşı Hasan Sabuncu ve Kuşçu'nun kendisi başta olmak üzere 9 subay
tutuklanmıştır. Yargılamalar sonucunda 8 subay beraat etmiş ve Kuşçu
"iftira" suçundan mahkûm olmuş ve yapılan planlar rafa kaldırılmak
zorunda kalınmıştır.
Tüm bu gelişmeleri takiben CHP'nin 1959 yılındaki XIV.
kurultayında, ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu bazı değişiklikler için çaba
gösterilmesi kararlaştırıldı. "İlk Hedefler Beyannamesi" adıyla
hazırlanan bildirinin, 1961 Anayasası'nın temelini oluşturduğu ileri sürülür.
Bildiri metnindeki başlıklar şu şekildeydi:1. Eşit Muamele, 2. II. Meclis, 3.
Anayasa Mahkemesi, 4. Nisbi Temsil Usulü, 5. Yüksek Hakimler Şurası'nın
kurulması, 6. Memurlar Kanunu'nun düzenlenmesi, 7. Baskıdan uzak tutulan bir
basın rejiminin kurulması, 8. Üniversite muhtariyeti, 9. Sosyal Güven ve Sosyal
Adalet esaslarının teminat altına alınması, 10. Yüksek İktisat Şurası'nın
kurulması
Ülkede tüm bu gelişmeler ve sancılar yaşanırken 17 Şubat
1959'da Menderes'in başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk
delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düşer. Bu uçak
kazasından Menderes'in yara almadan kurtulması iktidar ve muhalefet arasında
bir yumuşamaya yol açsa da bu durum fazla sürmez. 1959'un Nisan ayında CHP
Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıkar ve
CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takarlar.
29 Nisan'da İnönü Trikupis'i esir aldığı Uşak'ı "Büyük
Taarruz"un ilk durağı olarak seçmiş ancak oraya ulaştığında taşlı
saldırıya uğrayıp, başından yaralanmıştır. İçişleri Bakanının emriyle İnönü'nün
gezisini engelleyen Uşak valisi İlhan Engin'e muhalif basın 'İktidarın
"Uşak" Valisi' demeye başlamıştır. Tabiî ki bu söylem basına birçok
yasaklama ve engelleme olarak geri dönecektir.
Ayrıca İnönü, Manisa ve İzmir'den sonra 4 Mayıs'ta
İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy Havalimanı'ndan şehir merkezine giderken
Topkapı'da önce trafik müdürü tarafından durdurulmuş ve sonra halkın
saldırısına uğramıştır. Polisler ve askerler müdahale etmemişlerdir. Ancak o
sırada Binbaşı Kenan Bayraktar'ın emriyle askerler müdahale etmiş ve İnönü
kurtarılmıştır. Tüm olayların spontane bir gelişmemi yoksa iktidar tarafından
yapılan bir planın bir parçası mı olduğu taraflar tarafından hala
tartışılmaktadır.
O yıllarda birçok ilde CHP-DP arasında olaylar patlak
vermiştir. 1960 başlarında basında sansür artmıştı, gazeteler sansür nedeni ile
beyaz sayfalarla çıkıyordu. Cezaevleri tutuklu gazetecilerle doluydu. 2 Nisan
1960'ta Kayseri'ye gelen İsmet İnönü'nün treni, vali Ahmet Kınık'ın emriyle
durduruldu. Kendisine İnönü'nün Himmet Dede Demiryolu İstasyonu'nda trenin
durdurulması ve yolunun kesilmesi için emir verilmiş Binbaşı Selahattin
Çetiner, "Sizin yolunuzu kesmek ve sizin Kayseri'ye gitmenize engel
olmaktansa intiharı tercih ederim" sözlerini söylemiştir. Olaydan sonra emekli
edilmiş; ancak Danıştay Kararı ile göreve iade edilmiş, daha sonra orduda
Generalliğe kadar yükselmiş, 12 Eylül Darbesi sonrası kurulan hükümette
İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Zorlukla yoluna devam eden İsmet İnönü'yü
Kayseri'de 50 bin kişi karşılamıştır. Seçim öncesi meydana gelen bu olaydan
dönemin Ulaştırma Bakanı sorumlu tutulmuş ve 27 Mayıs Darbesi'nden sonra
hazırlanan 1961 Anayasası'na Millet Meclisi genel seçimlerinden önce Ulaştırma,
İçişleri ve Adalet Bakanları çekilir(m. 109) maddesinin eklenmesinin sebebi
olarak da bu olay gösterilmiştir.
Nisan 1960'ta TBMM'de gazete ve dergilerin "yıkıcı,
gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetlerini inceleyerek meclise bildirmek
için Ahmet Hamdi Sancar başkanlığında kurulan Tahkikat Komisyonu meclis ile
ilgili bütün neşriyatı yasaklayınca DP-CHP ilişkisi daha gerginleşmiştir.
CHP'lilerin konuşmaları basına yansımadan elden ele dolaşmıştır. DP yönetimi bu
konuşmalarını "İhtilal beyannameleri" olarak
adlandırmıştır.
18 Nisan 1960 günü Mazlum Kayalar ve Baha Akşit'in CHP'nin
"yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetleri olduğu gerekçesiyle
meclis araştırmasına açılması yolundaki önerge karşısında İnönü şöyle konuştu; “Biz
demokratik rejim dedik, bu rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim
istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu
yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğunda
milletler için ihtilal, meşru bir haktır. Bu tedbire teşebbüs eden baskı
tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore Milleti kadar haysiyeti
yoktur.”
CHP Genel Başkanı uyarılarını sürdürdü. 27 Nisan 1960 günkü
TBMM toplantısında İnönü tekrar Tahkikat Komisyonu'nu hedef alınca Meclis,
İnönü'ye oniki oturum toplantılara katılmama cezası verildi. Kararı protesto
eden CHP milletvekilleri Meclisten polis zoru ile uzaklaştırıldı.
27 Nisan 1960'ta Tahkikat Encümenlerinin görev ve yetkileri
hakkında kanun teklifi konuşmasını yapan İnönü'ye Afyon milletvekili Murat Ali
Ülgen: "Kürsüden ihtilal beyannamesi okudun paşam" demiştir.
Bu ara iktidara karşı tepkiler artarken 28 Nisan'da
İstanbul'da 29 Nisan'da Ankara'da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırılmış,
bu şiddet insanların tepkilerine neden olmuştur. İstanbul'da çıkan olaylarda
yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi
öğrencisi Turan Emeksiz polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Bundan dolayı "Kanlı
Perşembe" olarak anılmıştır. DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan
etti. Öğrenciler hep bir ağızdan Gazi Osman Paşa'nın kahramanlığı için yazılan
Plevne Marşı'nın değiştirilmiş hâli olan Olur mu böyle olur mu şarkısını
söylüyordu: Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası
diktatörler / Bu dünya size kalır mı?
Bu olaylarda polisler "Kahrolsun diktatörler",
"Hürriyet isteriz" sloganları atan öğrencileri dağıtmaya
çalışmışlardır. Ancak "Türk ordusu çok yaşa" sloganı atan öğrenciler
ile askerler arasında dayanışma yaşanmış ve askerler polislerin teslim
ettikleri öğrencileri serbest bırakmışlardır.
Harp okulu öğrencileri bir yandan Atatürk Bulvarı'nda sessiz
yürüyüş yapmış ve öte yandan 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan
Başbakanı Nehru'yu karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için
aynı arabaya binecek olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planlamıştır.
Ancak yabancı misafir varken bu tür hareketlere girişmenin dış dünyaya karşı
olumsuz etki yaratacağı kanaatine varılarak plan reddedilmiştir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken 3 Mayıs 1960'ta Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel Milli Müdafaa Vekili Ethem Menderes'e bir mektup
iletmiş ve Kara Kuvvetleri Kumandanlığı Karargâhına da veda mesajı
göndermiştir. Gürsel'in veda mektubundan sonra liderini yitiren gizli örgüt,
önce Genelkurmay İkinci başkanı Cevdet Sunay'a başvurmuş fakat olumlu yanıt
alamayınca 1. Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e başvurmuş fakat ne
olumlu ne de olumsuz yanıt alabilmiştir. Orhan Kabibay Kore'den tanıdığı
"argo bir adam" olan Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı Tümgeneral
Cemal Madanoğlu'nu önermiş fakat Madanoğlu şu şekilde tereddütünü dile getirmiştir:
‘Ulan biliyorsun bende t……. var, kafa yok.’ Orhan Kabibay, düşünmek için 24
saat izin vermiş ve süre dolduğunda Madanoğlu şu yanıtı vermiştir: ‘Ulan,
erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum!’
Dönemin diğer büyük kitle olayı ise 555K diye
anılan ve 5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı
öğrencilerin yaptığı protesto eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te
Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem cumhuriyet tarihinin ilk
"sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır. 28 ve 30 Nisan 1960
tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda öğrencilerin
hayatını kaybetmesi ve Turan Emeksiz isimli öğrencinin ölmesi ülkedeki ortamı
kutuplaşmaya sürükledi. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı
Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre,
o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal
Süreyya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz?”
sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz!” demişti.
Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun,
bundan büyük hürriyet olur mu?” aktarılan bu anekdot farklı isimlerle özdeşik
olarakta anlatılmaktadır. Bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediği veya kimler
arasında olduğu hala tartışılmaktadır.
Adnan Menderes, 28-29 Nisan ve 5 Mayıs olaylarından sonra
üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan "Kara
Cübbeliler" olarak söz etmeye başlamıştır. Bu olay birçok kesimle sorun
yaşayan Menderes’in akademik çevreye karşı olarakta artık sert bir tavır
aldığının göstergesidir.
Millî Birlik Komitesi iktidarı
Alınan kararlar neticesinde Başkent Ankara'yı ele geçirmek için Tümgeneral Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi (Etimesgut), Süvari Yarbay Reşit Çölok komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozkaya komutasındaki Tank Taburu (Harp Okulu arkası) gibi birliklerin ikna edilmesi ya da etkisizleştirilmesi gerekirdi.
Alınan kararlar neticesinde Başkent Ankara'yı ele geçirmek için Tümgeneral Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi (Etimesgut), Süvari Yarbay Reşit Çölok komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozkaya komutasındaki Tank Taburu (Harp Okulu arkası) gibi birliklerin ikna edilmesi ya da etkisizleştirilmesi gerekirdi.
23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak
kararlaştırılmış ve parolalar belirlenmiştir. Zamanında gerçekleşirse
"Dündar Seyhan'ın oğlu sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde
"Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye kaldı." 27 Mayıs 1960 sabah saat
3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3.30'da tanklar hareket etti. Saat
4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile
harekât bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi.
İlk olarak Tuğgeneral Yusuf Demirdağ evinden alınıp Harp
Okulu'na getirilmiş ve nezarethaneye kapatılmıştır. Bundan sonra Refik Koraltan
getirilmiştir. 2. Ordu komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da enterne edilmiştir.
Celal Bayar Çankaya Köşkunde Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Topçu
Yarbay Abdullah Tardu, Kurmay Albay Sami Küçük tarafından gözaltına alınmıştır.
Bu arada komite üyelerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı Kurmay
Albay Osman Köksal da yanlışlıkla içeriye kapatılmıştır.
Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere
Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur
tarafından gözaltına alınmış ve Ankara'ya getirilmiştir. Darbenin ilk günü,
Bayar, Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı
Ahmet Salih Korur ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda, tutulmuşlardır.
Cemal Gürsel, İstanbul Yeşilköy Askerî Havaalanı'ndan kalkan
C-47 ile İzmir Karşıyaka Bostanlı'daki evinden alınıp saat 11.30'da Ankara'ya
Harp Tarih binasına gelmiş ve saat 16'da radyoda konuşma yapmıştır.
27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama
geçildiği 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi
(MBK) eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdir. Bu dönemde Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin anayasal bütün hak ve yetkileri 38 subaydan kurulu MBK’nin
eline geçmiştir. MBK ülkeyi yayımladığı tebliğlerle askeri cunta olarak idare
etmiştir.
3 numaralı Tebliğ ile her türlü siyasi parti neşriyat ve
faaliyetleri, gösteri yürüyüşleri ve her türlü toplantı yasaklanmıştır. MBK
faaliyetlerinin aksamaması için telsiz ve telefon görüşmelerini kısıtlayan 4 ve
5 numaralı Tebliğlerden sonra, ordunun görevini açıklayan 6 numaralı Tebliğ
yayımlanmıştır. 6 numaralı Tebliğin ilk fıkrasında, “Türk Ordusu bir kere daha
tarihi bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dâhilde memleketi buhran ve
felakete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır”
demektedir.
Aynı şekilde 13 ve 32 numaralı Tebliğlerde bu darbenin
yapılış gerekçeleri şöyle yer bulmuştur; “Biz vatandaşları birbirine düşürecek
bir kardeş kavgasını önlemek için bu işe giriştik”. “Milli İnkılâp, hiçbir
şahsın, hiçbir zümrenin lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem
halkımızın, köylü ve işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetinin
teminatı, iktisadi kalkınması, ana prensibimizdir. Vatandaşların hususi
işlerinde ve her türlü çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde
bulunmaları esastır.”
27 Mayıs sabahı, Askerler; İstanbul Üniversitesi'nden Sıdık
Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şenşoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer
Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı ve İşmet Giritli'yi askeri bir uçakla Ankara'ya
getirmişlerdir. 28 Mayıs günü komisyona Ankara'da iştirak eden Muammer Aksoy,
İlhan Arsel ve Bahri Savcı ile birlikte yeni bir anayasa taslağını hazırlamak
için çalışmalara başlamışlardır. Başkanlığına getirilen Sıddık Sami Onar'ın
adıyla "Onar Komisyonu" olarak anılmıştır.
Millî Birlik Komitesi, DP'liler hakkında daha sonradan büyük
tartışmalara sebebiyet veren bazı haberler yaymaya başlamıştı. MBK, Demokrat
Partililerin yurtdışına kaçarken yakalandığını ve beraberlerinde 12 uçak dolusu
altın, mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandığını iddia etti. Komite
ayrıca 28 Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce gencin öldürüldükten sonra
kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömüldüğünü ve bir kısmının hayvan
yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini öne sürmüş ve bu
gençler"Hürriyet Şehitleri" olarak adlandırılmıştır. 2 Haziran
1960’ta İstanbul Üniversitesi rektörü Sıdık Sami Onar, Üniversitesi Yönetim
Kurulu'nun memleketi hürriyete kavuşturmak için şehit düşenler adına anıt inşa
etmeye karar verdiğini açıklamıştır. 3 Haziran'da “MBK Hürriyet Şehitlerimizin
tesbiti işine Silahlı Kuvvetlerimizin idareyi aldığı andan itibaren ehemmiyetle
devam edilmektedir” diyen bir tebliğ yayınlamıştır. Fakat gençlerin cesetleri
hiç ortaya çıkmayınca, 9 Haziran'da Sıddık Sami Onar “Naaşları belki
bulamayacağız ama ölülerimiz vardır.” diye konuşmuştur. 10 Haziran'da 28 Nisan
olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi
öğrencisi Nedim Küçükpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu
öğrencisi Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin'in naaşları Anıtkabir'deki
"Hürriyet Şehitliği"ne nakledilmiştir.
MBK üyelerinin kimlikleri 18 Haziran 1960'ta açıklanmıştır.
Yurt dışında bulunan gizli komite mensupları Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi
Koçaş komiteye girmemişlerdir.
GÜRSEL, Cemal Orgeneral M.B.K. Başkanı. ACUNER, Ekrem,
Kurmay Albay İstanbulda doğmuştur. 1935 yılında Harp Okulunu bitirmiş. Genel
Kurmay Başkanlığında Şube Müdürü iken, devrim hareketine katılmıştır.
AKSOYOĞLU, Refet, Kurmay Yarbay, Üsküdarda doğmuştur. Genekurmay
Lojistik Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine Ankara’dan katılmıştır.
ATAKLI, Mucip, Kurmay Yarbay, Erzurumda doğmuştur. Devrim
hareketine Eskişehirde katılmış ve eski Başbakan Menderesin tevkifinde önemli
rol oynamıştır.
ÇELEBİ, Emanullah, Kurmay Yüz. başı, Yalova’da
doğmuştur.Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ERSÜ, Vehbi, Kurmay Binbaşa Erzincan’da doğmuştur. Ankara
nümayişleri sırasında Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüçün "vur" emrini
dinlememiştir. Devrim hareketine süvari grup komutanı olarak katılmıştır.
GÜRSOYTRAK, Suphi Kurmay Binbaşı Ankara’da doğmuştur.
Kore’de bulunmuştur. Harp Akademisi öğretmeni iken devrim hareketine
katılmıştır
KARAMAN Suphi, Kurmay Yarbay, Bayburt’ta doğmuştur,
Genelkurmay Personel Dairesinde iken devrim hareketine katılmıştır.
KAPLAN, Kadri, Kurmay Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. Devrim
hareketine Ankara’da katılmıştır
KARAVELİOĞLU, Kâmil, Kurmay Yüzbaşı, Akseki’de doğmuştur.
Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
KOKSAL, Osman, Kurmay Albay, Selanik’te doğmuştur. Kore’de
bulunmuş. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı iken devrim hareketine
katılmış ve eski Cumhurbaşkanı Bayar’ın yakalanmasında bulun muştur.
KUYTAK Fikret, Kurmay Albay, Ankara’da doğmuştur. Devrim
günü Menderes ve Polatkan’ı hava alanından alarak Harp Okuluna getirmiştir.
KÜÇÜK Sami, Kurmay Albay, Dramada doğmuştur. 1954’te Tokya
Askeri İrtibat Bürosunda bulunmuş, Madrit ataşemiliterliği yapmıştır. Devrim
hareketinde fiilen bulun, muştur.
OKAN, Sefcai, Kurmay Yarbay, İstanbulda doğmuştur. Devrim
hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZDİLEK, Fahri, Orgeneral, Bursada doğmuştur. Devrim
hareketinden önce, İstanbul Sıkıyönetim komutanlığından bulunmuş, devrim
hareketine İstanbulda katılmıştır. Devrimden sonra Millî Savunma Bakanlığı ve
Başbakan yardımcılığına getirilmiştir.
ÖZGÜNEŞ, Mehmet, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur.
Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZGÜR, Selâhattin, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur,
Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZKAYA, Şükran, Kurmay Binbaşı, Antalya’da doğmuştur. Devrim
hareketi sırasında Davut paşa zırhlı tugayında bulunuyordu. İstanbul
sonuçlarının çabuk alınmasında önemli rol oynamıştır.
TUNÇKANAT, Haydar, Kurmay Albay, Bandırmada doğmuştur.
Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ULAY, Sıtkı, Tuğgeneral, İzmir’de doğmuştur. Mısır ihtilâli
sırasında Kahire’de ateşemiliter olarak bulunmuştur. Harp Okulu Komutanı iken
devrim hareketine katılmış ve Çankaya Köşkünü kuşatmıştır. Devrimden sonra,
Ulaştırma ve Devlet Bakanlıkların, da bulunmuştur.
YILDIZ, Ahmet, Kurmay Binbaşı, Sürmene’de doğmuştur. Devrim
hareketine fiilen katılmış, devrimden sonra Basın Yayın ve Turizm Genel
Müdürlüğünde bulunmuştur.
YURDAKULER, Muzaffer, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
YURDAKULER, Muzaffer, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
MADANOĞLU Cemal, Korgeneral, Eşmede doğmuştur. 1924 yılında
Harp Okulunu bitirmiş. 1954 yılında general olmuştur. Devrim hareketinin
plânlaştırılmasında önemli rol oynamış 27 Mayıs 1960 günü, İzmir’de bulunan
Cemal Gürsel’in Ankara’ya gelmesine kadar, Millî Komitenin başkanlığını
yapmıştır. Komite üyeliği ile birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığını da
üzerine almıştır.
AKKOYUNLU, Fazıl Binbaşı, Yozgat’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960
tarihinde Komiteden affedilmiştir.
BAYKAL, Rıfat, Yüzbaşı, İzmir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960
tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ER Ahmet, Yüzbaşı, Akhisar’da doğmuştur. Devrim
hareketine-fiilen katılmış, 13 Kasım 1961 de Komiteden affedilmiştir.
ERKANLI, Orhan, Kurmay Binbaşı, Kırşehir’de doğmuştur. 13
Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ESİN, Numan, Kurmay Yüzbaşı, Biga’da doğmuştur. Devrim
hareketinde Ankara’da vazife görmüş, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden
affedilmiştir.
KABİBAY, Orhan, Kurmay Yarbay, Üsküdar7da doğmuştur. Devrim
hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden
affedilmiştir.
KAPLAN, Kadri, Kurmay Yarbay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim
hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 ta Komiteden affedilmiştir.
KARAN, Muzaffer, Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. 13 Kasım
1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KÖSEOĞLU, Münir, Binbaşı, Sakarya’da doğmuştur. Devrim
sabahı İstanbul radyosunu ele geçirmiştir, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden
affedilmiştir.
ÖZDAĞ, Muzaffer Kurmay Yüzbaşı, Pınarbaşı’nda doğmuştur. 13
Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
SOLMAZER, İrfan, Yüzbaşı, Gönen’de doğmuştur. 13 Kasım 1960
ta Komiteden affedilmiştir.
SOYUYÜCE, Şefik, Binbaşı, Sivas’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960
tarihinde Komiteden affedilmiştir.
TAŞER, Dündar, Binbaşı, Gaziantep’te doğmuştur. Devrim
hareketine Ankara’da katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden
affedilmiştir.
TÜRKEŞ, Alpaslan, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Kara
kuvvetleri NATO Dairesinde şube müdürü iken devrim hareketine Ankara’dan
katılmış Ankara radyosunda Türk Silâhlı Kuvvetleri adına ilk konuşmaları
yapmıştır. Devrimden sonra Başbakanlık müsteşarlığında bulunmuştur. 13 Kasım
1960 tarihinde Komiteden affedilmiş, Delhiye müsteşar olarak gönderilmiştir.
BAŞTUĞ, İrfan, Tuğgeneral, Van’da doğmuştur. 1929’da Harp Okulunu
bitirmiş.1956 da Korede bulunmuştur. Genelkurmay Personel Başkanlığında
vazifeli iken devrim hareketine katılmıştır. Devrimden sonra Ankara valiliğine
getirilmiş, 2 Eylül 1960 tarihinde bir otomobil kazasında ölmüştür.
Yassıada
27 Mayıs sonrasında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan
Adnan Menderes, hükümet üyeleri ve aralarında Milli Mücadele'nin önemli
komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri,
parti yöneticileri, asker ve bazı üst düzey kamu görevlileri tutuklanarak
Yassıada'ya götürülmüşdür. Burada tutuklulara ağır işkence ve kötü muameleler
yapıldığı iddia edilmiş ve tabiî ki bu hususta taraflar arasında büyük
tartışmalara sebep olmuştur, neticede hala net bir fikir bulunmamaktadır, her
iki tarafta olaylara kendi penceresinden bakmaktadır. Bu kötü muamele ve
işkence neticesinde Cemil Keleşoğlu ve Namık Gedik'in intihar ettiği dahi ileri
sürülmüştür. Hatta DP avukatlarından Hüsamettin Cindoruk, Namık Gedik'in
intiharının dahi şüpheli olduğunu iddia ederek; Namık Gedik'in intiharında
fiziki zorluk olduğunu savunmuştur.
Yassıada tutuklularından eski DP milletvekili Gıyasettin
Emre, başına gelenleri şu şeklide anlatmaktadır; “Askerî havaalanında uçaktan
indiriliyoruz. Sille tokat, tekme, küfür... Yemekte konuşamıyorduk. Konuştuğu
için dayak yiyen çok oldu. Her sabah kumlu pırasa, akşam da taşlı fasulye
veriyorlardı.”
Tutukluluk süresinde; Yusuf Salman, Lütfi Kırdar, Gazi
Yiyitbaşı, Yümnü Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz hayatlarını kaybettiler.
Fakat, 18 Haziran 2009 tarihli Ceviz Kabuğu programına internetten e-posta ile
katılan O dönemin Harp Okulu öğrencilerinden Koray adındaki bir öğrenci şunları
yazdı; “Namık Gedik kaçmaya çalıştı. Pencereden atladı. Fakat, pencere
camlıydı. Camlar vücuduna sıçrayınca kanamaya neden oldu ve yaşamını yitirdi.”
14 Ekim 1960'ta başlayan Yassıada davaları, 11 ay 1 gün
sürerken, 203 gün davalara bakıldı ve 872 oturum yapıldı. 19 davaya bakılırken,
1068 tanık dinlendi ve yargılamalar hükmün açıklandığı 15 Eylül 1961 tarihinde
son buldu. Sivil ve askerlerden oluşan Yassıada mahkemelerinde yargılanan
siyasîler; vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye kullanımı, Kırşehir'in ilçe
yapılması, meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklik, Meclis oturumlarının yayına
engel olunması, CHP'nin mallarına el konulması, Tahkikat komisyonu oluşturmak,
hakim teminatı ve mahkeme bağımsızlığının ihlali gibi konularla toplam 19 dava
açıldı, davalar anayasayı ihlal davasıyla birleştirildi.
Yassıada spor salonunda gerçekleştirilen davalardan birinin
konusu ise 6-7 Eylül Olayları'nın DP hükümetince çıkartıldığına dair
suçlamadır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuad Köprülü,
İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Emniyet müdürü Alaaddin Eriş, İzmir
Valisi Kemal Hadımlı, Selanik başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve diğerleri
Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalanması ve Rum azınlığın evlerinin
yağmalanmasının organizasyonunu yapmakla suçlanıp, 5 ile 10 yıl ağır hapis,
kamu hizmetlerinden sürekli men cezası istenildi. Savunma Türk hükümetinin
tertip etmesi asla doğru değildir denilerek yapıldı. Bayar beraat ederken,
Menderes ve Zorlu 6 yıl hapis, diğerleri 4 ay hapis cezası aldı.
Bir diğer dava "Bebek Davası"sı olup sanıklar
Adnan Menderes ve Fahri Atabey'dir. Cemal Gürsel tarafından gizli celse olarak
yapılması istense de açık olarak yapılmıştır. Ayhan Aydan'dan olan bebeğini
Fahri Atabıyık'ı azmettirerek öldürtmek suçundan her ikisine 5 ile 10 yıl ağır
hapis istenir. Ayhan Aydan ve Menderes dava sırasında ilişkilerinin ve
bebeklerinin olduğunu fakat doğum sırasında öldüğünü belirtirler. Dava
sırasında savcı bir kadın külotunu gösterip, kimin giydiğini ve başbakanlıkta
unuttuğunu sorar. Adnan Menderes'in avukatı Burhan Apaydın'ın müdahalesi ile
olay kapanır. Adnan Menderes’in kadın düşkünlüğü ve devlet kasalarında yer alan
cinsel objeler Yassıada davalarında karşısına çıkacak ve halk nebzinde önemli
bir imaj düşüklüğüne neden olacaktır.
Bir sonraki dava “Vinilex Davası”dır. Maliye bakanı Hasan
Polatkan'ın şirkete usülsüz kredi sağladığı ve bunun üzerine 110 bin lira
rüşvet aldığı iddia edilmiştir. Adnan Menderes ve Hasan Polatkan'ın nüfuzlarını
kullanarak "Vinileks" firmasına Türkiye Vakıflar Bankası’ndan kredi
verdirmekle suçlanmışlardır. Adnan Menderes tarafından kurulan bu Bankanın 27
Mayıs darbesine kadar Umum Müdürlüğü'nü yapan ve 1961 seçimlerinden sonra
tekrar aynı Bankanın Genel Müdürlüğüne getirilecek olan Sabahattin Tulga
yaptığı savunmada krediyi, suni deri imal ederek ithal ikamesi yapacak bu
firmanın karlı olacağına inandıkları için verdiklerini; nitekim darbe sonrası
işbaşına gelen yeni Banka yönetiminin de aynı firmaya ilave kredi vererek bu
firmanın kredi limitini iki misli arttırdığını belirtmiştir. Mahkeme Menderes
ve Hasan Polatkan'ı bu dava da suçlu bulmuştur. Polatkan 7 yıl ağır hapis ve
memuriyetten men cezası alırken, şirket yetkilileri de ceza almışlardır.
Bu duruşmalarda açılan bir diğer dava radyo davasıydı. Adnan
Menderes, bazı bakanlar ve Basın Yayın ve Turizm genel müdürü olan Altemur
Kılıç hakkında radyoyu parti organı haline getirdikleri yolunda açılmıştır.
Mahkeme sonucunda Yüksek Adalet Divanı 15 sanığı idam
cezasına çarptırdı. Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan oybirliğiyle, eski T.B.M.M.
Başkanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun, Agah Erozan,
İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişoğlu, Bahadır Dülger, Emin
Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman oy çokluğuyla ölüm
cezasına çarptırıldı.
Sanıklardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül
1961'de sabaha karşı, Adnan Menderes 17 Eylül 1961'de saat 13.30'da İmralı
Adası'nda idam edildi. Dünyanın bütün ülkelerinde ceza muhakemesi kanunlarına
göre idam cezaları sabaha karşı infaz edilirken Adnan Menderes'in cezasının
infazında bu kuralın dışına çıkılarak öğle vaktinde idam gerçekleştirilmiştir.
Bu durumun nedeni olarak, Zorlu ve Polatkan'ın idamlarından sonra, İngiltere
Karaliçesi II. Elizabeth başta olmak üzere tüm Avrupa devletlerinin var
güçleriyle Türkiye'ye baskı yapmaları gösterilir.
Zorlu, Polatkan ve Menderes'in dışındakilerin cezaları infaz
edilmeyip, hapis cezasına çevrildi. İdamları durdurmak için ABD başkanı
Kenedy'nin Ankara büyükelçisi Raymond A. Hare aracılığı ile Dışişleri Bakanı
Selim Sarper'e bir mesaj ilettiği iddia edilir.
27 Mayıs sonrası
Ekim 1960'da Milli Birlik Komitesi 147 öğretim üyesini
üniversitelerden uzaklaştırmıştır. Görevine son verilenler arasında Ali Fuat
Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Nusret Hızır, Tarık Zafer Tunaya,
Mina Urgan, Haldun Taner de vardı. Genelde bu tasfiyeler üniversite içinden
gelen ihbarlara dayanıyordu. Kararı protesto etmek için Turhan Feyzioğlu, Sıdık
Sami Onar, Fikret Narter ve Suut Kemal Yetkin gibi bir çok rektör ve öğretim
üyesi görevinden istifa etmiştir. 1962 yılında çıkarılan yasayla öğretim
üyelerine üniversiteye geri dönüş hakkı tanınmıştır.
27 Mayıs Darbesi'nde DP'liler Kürdistan Hükümeti tesis etmek
üzere çalışmalar yapmakla suçlandılar. 31 Mayıs 1960'da Cumhuriyet gazetesinde
MBK'nin bu konuyla ilgili çeşitli belgeler bulduğu ve Şeyh Said'in oğlunun DP
iktidarı döneminde doğuda propaganda gezileri yaptığı iddia edilmiştir.
Darbeden 4 gün sonra Doğu ve Güneydoğu'dan seçilen 485 ağa ve şeyhler Sivas
Garnizonu (Kabakyazı)'nda bir kampa yollanmıştır. Bu konu hakkında Cemal Gürsel'in
"ileri gelen 2500 Kürdü öldürelim" dediği iddia edilmektedir.
Sivas'taki kamp 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskan Kanunu
ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından "55 ağa" DP'yi
destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve
Çorum'a sürülmüşdür.
Bu gelişmeler üzerine kanun 1962 yılında kaldırılmışdır.
1961 Anayasası'nda bir takım değişiklikler yapılarak, 1924 Anayasası'nın 3.
maddesi olan "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözü
"Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir" şeklinde
değiştirilmişdir.
Ağustos 1960 – Şubat 1961 arasında Milli Birlik Komitesi
tarafından emekliye sevkedilen 235 general ve yaklaşık 5.000 subay tarafından
Emekli İnkılap Subayları Derneği kurulmuş ve orduya geri dönmeye
çalışmışlardır. Bu derneğe bağlı emekli subaylar "Eminsular" olarak
anılmıştır. En yüksek rütbeli üyesi olan Orgeneral Ragıp Gümüşpala daha sonra
Adalet Partisi'nin genel başkanlığına getirilmiştir.
Milli Birlik Komitesi kuruluşundan itibaren karma ve
heterojen bir gruptu ve kendi içerisinde bazı çekişmelere sahne oluyordu.
Madanoğlu - Küçük grubu ile Türkeş - Kabibay grubu sık sık karşı karşıya gelmiş
lakin herhangi bir vukuata sebep verilmemişti. Madanoğlu - Küçük grubu iktidarı
bir an önce sivillere devretmeyi planlamıştır. Fakat Türkeş, Kabibay ve Erkanlı
grubu reformların yapılmadan önce iktidarını sivillere devretmesine karşı
çıkmış ve hemen sivillere devretmenin iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’ne
teslim etmek anlamına geleceğini savunmuştur.Eylül ayının başlarında Türkeş,
Kabibay, Erkanlı ve Dündar Seyhan, ihtilalin gayesine aykırı çalışan dört beş
kişinin ülke dışına çıkarılmasını kararlaştırmışlardır. Türkeş, kararı
uygulamak için hazır olduğu halde Kabibay zamana bırakmayı tercih etmiştir.İstanbul'da
Muzaffer Özdağ'ın "Bab-ı Ali'den de geçeceğiz" demesi büyük yankılar
uyandırmış ve Cemal Gürsel'in tasfiye kararı almasını hızlandırmıştır.MBK
üyelerinden Muzaffer Yurdakuler, Seyhan tasfiye kararını arkadaşlarına
anlatırken kulak misafiri olmuş ve diğer MBK üyelerine haber vermiştir.Karşı
taraf erken davranmış ve Gürsel 13 Kasım 1960'da Alparslan Türkeş'e bir mektup
göndererek Kurmay Albay Alparslan Türkeş, Kurmay Yarbay Orhan Kabibay, Kurmay
Yarbay Mustafa Kaplan, Kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı, Kurmay Binbaşı Şefik
Soyuyüce, Kurmay Binbaşı Dündar Taşer, Piyade Binbaşı Fazil Akkoyunlu, Tank
Binbaşı Muzaffer Karan, Deniz Kurmay Binbaşı Münir Köseoğlu, Deniz Kıdemli
Yüzbaşı Rıfat Baykal, Kurmay Yüzbaşı İrfan Solmazer, Kurmay Yüzbaşı Numan Esin,
Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve Jandarma Yüzbaşı Ahmet Er olmak üzere
çoğunluğu Türkçü subaydan oluşan 14 MBK üyesini emekliliğe sevkedip
yurtdışındaki temsilciliklere danışman olarak tayin etmiştir.
Darbe sonrası gerçekleşen bir diğer önemli gelişme ise 27
Mayıs darbesinden 8 ay sonra 1961 yılında Osmanlı Devleti'nin subayların
ihtiyaçlarını karşılamak için yarattığı fondan devredilerek 50 bin altınla
kurulanOYAK olmuştur. Kurumun kuruluşu 3 Ocak 1961 kabul edilen Ordu
Yardımlaşma Kurumu Kanunu'na dayanmaktadır. Üye olması zorunlu subay ve
astsubayların maaşlarının %10'u ve yedek subayların maaşlarının %5'i her ay bu
fona aktarıldı.
Bir başka gelişme ise darbeyi meşru kılmak adına
gerçekleştirilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından konulan ve askerin
siyasete müdahale etmesini kesinlikle yasaklayan mevcut 22 Mayıs 1930 tarih ve
1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu dışında, 27 Mayıs'tan sonra 4 Ocak 1961
tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu çıkarıldı ve Türk Silahlı
Kuvvetleri daha sonraki darbe ve teşebbüslerini bu kanunun 35. ve 85. maddesine
dayandırdı. 27 Mayıs İhtilali'nin Türkiye'de askeri darbelerin meşru olduğu
intibasını yarattığı ve diğer askeri darbelerin yolunu açtığı yönünde iddialar
bulunmaktadır.
Ayrıca 6 Haziran 1961'de ordu içinde Milli Birlik Komitesine
muhalif olan general ve subaylar Silahlı Kuvvetler (SKB)'ni kurmuş ve sembolik
başkanlığına Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı getirmişlerdir. SKB ordunun
yönetimde kalmasından yanaydı ve parlamentonun açılmasına taraftar değildi.
SKB, MBK tarafından Washington'a atanan İrfan Tansel'in bindiği uçağı yanlı
jetler ile havada geri çevirerek Hava Kuvvetleri Komutanlığına tekrar
getirilmesini sağlayacak kadar güçlenmiştir. Bu olay üzerine Cemal Madanoğlu
görevinden istifa etti.
Tabiki Darbe sonrasının en önemli gelişmesi Kurucu
Meclis ve 1961 Anayasası'nın Hazırlanması olarak karşımıza çıkmaktadır. 6 Ocak
1961'de MBK ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan Kurucu Meclis kuruldu. Daha
sonra Enver Ziya Karal ve Turhan Fevzioğlu başkanlığında Kurucu Meclis'e bağlı
20 kişilik bir anayasa komitesi kurularak yeni anayasa için çalışmalara
başlandı.Yeni hazırlanan anayasada 1924'ndan farklı olarak halkçılık,
devletçilik ve inkılâpçılığa yer verilmemiş, milliyetçilik ise Milli Devlet
olarak değiştirilmiştir. İlk kez Sosyal Devlet ilkesi bu anayasa ile
ortaya çıkmıştır. Adalet Partisi de resmi olarak yeni anayasanın 1924
Anayasası'na kıyasla "ileri bir adım" olacağını belirtmiştir. Ancak
Adalet Partisi'nin desteğiyle "hayırda hayır vardır", "hayır
deyin hayırlı olsun", "demli çay" ("hayır" oyunun
renginin kırmızı olmasından) gibi sloganlarıyla "hayır" kampanyası
yürütülmüştür. Hatta "Mr Referandum" adlı bir Amerikalının olduğu ve
"evet" oyu vermesinin o Amerikalıya evet demek anlamına geleceği
anlatılmıştır. 9 Temmuz 1961'de yapılan halk oylaması sonucu 1961 Anayasası
%61.7 gibi bir evet oranıyla kabul edilse de, bazı akademisyenler ve uzmanlar
%40'a yakın hayır oyunun oldukça anlamlı olduğunu ileri sürdüler ve yeni
Anayasanın toplumun ciddi bir kesimi tarafından onaylanmadığını savundular.
Lakin oluşturulan yeni Anayasa son derece özgürlükçü ve tüm temel ilke ile
hakları koruma altına alan bir yapıda özellik arzetmekte idi. Baskıcı bir
rejimin sebep olduğu darbe kendisine bu zemini hazırlayan gelişmelerin bir daha
yaşanmaması için elinden geleni yapıyordu. Oluşturulan Anayasa bu açıdan
takdire şayan bir özellik arzetmektedir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Adnan Menderes'in
idamından üç hafta sonra yapılan seçimlerde yani 15 Ekim 1961'de Demokrat
Parti'nin oy tabanının "mirasçıları" Adalet Partisi, Cumhuriyetçi
Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi oyların % 62'sini alarak 277
milletvekili çıkarmışlardır. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi 173
milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçim "Menderes'in zaferi" olarak nitelendirilmiş
ve ordu durumdan rahatsız olmuştur. 25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve
askeri rejim sona ermiştir. Burda ki tepki Demokrat Parti yönetiminin 1955
sonrası uyguladığı dikta yönetime destek niteliğinde değil gerçeklerin yanı
sıra abartılarıda içerisinde barındıran Demokrat Parti Yönetimine yapılan
karalama kampanyalarına karşı olmuştur. Yassı ada yargı süreci başta büyük bir
destek alan askeri darbeye olan sempatiyi yok etmiştir.
Ayrıca ordu içinde MBK kadar etkili olmaya başlayan SKB, seçimlerin
millî iradeyi tam olarak yansıtmadığı ve yeni bir darbenin gerektiğini
savunmuştur. 21 Ekim'de MBK'nın İstanbul kanadına bağlı 10 general ve 18 albay
toplanmış ve en geç 25 Ekim'e kadar yönetime el koyacağını kararlaştıran "21
Ekim protokolü"imzalamışlardır. 22 Ekim'de MBK'nın Ankara kanadı aynı
içerikteki "Mürted Protokolü" imzalamış, fakat SKB onursal
başkanı durumunda bulunan Cevdet Sunay'ın müdahalesiyle protokoller askıya
alınmış ve siyasi parti liderleriyle uzlaşma yolu tercih edilmiştir. Bunun için
24 Ekim'de Çankaya'da Ragıp Gümüşpala (Adalet Partisi), Ekrem Alican (Yeni
Türkiye Partisi), İsmet İnönü (Cumhuriyet Halk Partisi), Osman Bölükbaşı
(Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin
önünde Yassıada mahkûmlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar
Derneğine bağlı subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in
cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzalamışlardır.Ali
Fuat Başgil'in MBK üyeleri tarafından ölümle tehdit edilerek adaylıktan
çekilmesiyle 26 Ekim 1961'de yapılan seçimle tek aday Cemal Gürsel
cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Darbe süreci ve sonrası oluşan yönetim askerin darbeye
ihtiyaç duymadan ülke yönetiminde etkili olabilmesini sağlamak için yeni oluşumlara
imza atmışlardır. Ülkenin milli güvenlik politikalarının belirlenmesi amacıyla
daha önce çeşitli kararname ve kanunlarla kurulan Yüksek Müdafaa Meclisi Umumi
Katipliği ve Milli Savunma Yüksek Kurulu, 1961 Anayasası'nda Milli Güvenlik
Kurulu ismiyle düzenlenmiş ve halen görevini yerine getirmektedir.
Darbenin meşrulaştırılması içinse Anayasa Nizamını, Milli
Güvenlik ve Huzuru bozan fiiller hakkında kanun hazırlanıp, 5 Mart 1962'de
kabul edilen 38 Sayılı Kanun'da darbeyi eleştirmenin suç olduğu vurgulanmışdır.
Bu kanunun birinci maddesinin B bendinde şöyle denilmektedir; “27 Mayıs 1960
devrimini zedeleyebilecek şekilde: Bu devrimin neticesi olarak Yüksek Adalet
Divanınca veya sair kaza mercilerince verilmiş ve kesinleşmiş olan karar ve
hükümleri, söz yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya sair vasıta ve
suretlerle kötüleyenler veya üstü kapalı da olsa matufiyeti belli olacak
şekilde kötülemeye çalışanlar veya mahkûm edilenlerin mahkûmiyetlerine esas
teşkil eden fiillerini yahut şahıslarını övenler veya neticelenmiş hazırlık,
ilk, son tahkikat veya infaz safhalarıyla ilgili resim, hatırat, röportaj
yapanlar veya beyanat verenler hakkında bu kanunda belirtilen 5 madde gereğince
Anayasa Mahkemesi'nde dava açılır” Bu davalardan birene örnek olarak Yeni Demokrat
Parti genel başkanı Fuad Köprülü'nün, "af ancak bir haksızlığın tamiri
olacaktır" sözleri üzerine açılan kamu davası gösterilebilir.
Dönemde oluşturulan bazı yapılanmalar ise Anayasa Mahkemesi,
( 22 Nisan 1962'de Anayasa Mahkemesi Kanunu kabul edilmiş ve 20 Aralık'ta
çalışmalarına başlamıştır. Kurucu meclis; yasaların anayasaya uygunluğunu
denetlemek üzere bir Anayasa Mahkemesi kurulmasına karar verdi.), Yüksek
Hakimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo Televizyon Kumru,
Cumhuriyet Senatosu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı
Geliştirme Etüt Merkezi, Milli Prodüktivite Merkezi, Hürriyet ve Anayasa
Bayramı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Darbe ile ilgili dönemin taraflarınca yapılan bazı
açıklamalar ise şöyledir;
Celal Bayar (Cumhurbaşkanı):Ve yine hiç şüphe etmiyorum 27
Mayıs başarıya ulaşmamış ya da hiç yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar
kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi
dejenere edilebilecekti.
Cemal Gürsel (MBK lideri): Demokrat Parti'nin memlekete
yaptığı en büyük kötülüklerden biri orduyu ihtilale zorlaması olmuştur.
Süleyman Demirel (Devlet Su İşleri Genel Müdürü):(1950)
Devlete karşı, onların yönettiği devlete karşı kazanılmış bir zaferdi...
Onların elinden devleti alma hareketidir. 1960, halkın elinden devleti alma
hareketidir.
Bülent Ecevit (Cumhuriyet Halk Partisi Ankara
milletvekili):60 İhtilali... Ve kaptılar, işte kendileri güya demokrasisinin
bayraktarlığını yapıyorlar... Müdahaleci ekip. Fakat ne yaptılar; üniversiteden
geçmeler, 147’ler olayı, arkasından Bab-ı Ali önünden geçeceğiz lafları derken
birden, bir ülke ve kültür birliği projesi ortaya çıktı. Bunu biz orataya
çıkardık. Dünyada görülmemiş bir totaliter rejim projesi, yani Nazi Almanyası'nda
bile eşi görülmemiş bir proje.
ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Dairesi'nin
1961 tarihli değerlendirme raporu:Türk Silahlı Kuvvetleri'nce yapılan kansız
darbe, Türkiye dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin
apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki
inanışı yıkmıştır.
Son söz olarak 1950’lerde demokrasiyi ve refahı vaad ederek
iktidara gelen Demokrat Parti Yönetimi, 10 yıllıklık iktidarının özellikle
ikinci döneminde verilen vaadleri tamamen unutarak baskı ve totaliter bir rejim
uygulamıştır. Ülke hem ekonomik hemde sosyal olarak bir kaosa sürüklenmiş,
taraflar kesin çizgilerle ayrılarak, bir taraf için sınırsız teşvikler
uygulanırken muhalif kanat ise illegal bir şekilde engellenmiş ve açıklaması
yapılamayacak yasaklamalarla karşılaşmıştır. Süreç içerisinde oluşan ekonomik
olarak dışa bağımlılık, Atatürk ilke, inkılap ve devrimlerine karşı yapılan
sekteler, muhalefete uygulanan baskı ve oluşturulan kumpaslar.... vb.
neticesinde hem halkın önemli bir kesiminde hemde askeriyede büyük
rahatsızlıklar oluşmuştur. Süreç olarak ele alanıcak olursa yönetimin yaptığı
hatalar bu darbeye zemin hazırlamıştır. Lakin şunu unutmamak gerekir ki askeri
darbe hiçbir zaman bir tercih değildir. Ülke kendi sorunlarını demokrasi
aracılığı ile çözmek mecburiyetindedir. Zaten ülkemizde gerçekleşen iki darbede
başlangıcı itibari ile halk ve aydın kesim tarafından desteklenirken sonraki
süreçte bu destek tamamen yok olmuştur. Çünkü özgürlüğü, barışı ve refahı
getireceğini vaad eden darbeler neticede önceki süreçten daha olumsuz bir hava
yaratmışlardır. Kendi yaptıkları tercihleri meşru kılabilmek için dikta bir
yönetim ile baskı rejimini ülke geneline yaymışlardır.
Unutmamak gerekirki en kötü durumlarda bile Askeri darbe çözüm
değildir, en kötü suçlarda bile idam kimseye hak veya ceza değildir ve
kabullenilemez...
belgin
dasdemir 19.12.2009 12:49
Efendim, saygılarımla; Uzun uzun 27 Mayıs 1960 İhtilalini
anlatmışınız. Kaleminize ve emeğinize sağlıklar dilerim. Ben de askeri
darbelere ve idama karşıyım. 27 Mayıs 1960 İhtilali hak edilmemiş bir
ihtilaldir. Buna katılıyorum. Ancak, bıçağın kemiğe dayandığı zaman ne
yapılabilir ki? Saygılarımla...
Recep
Altun 08.11.2009 7:21
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)