13 Mart 2014 Perşembe

6 EYLÜL 1956 YASSIADA 07 EYLÜL DAVASI Mehmet Arif Demirer + ELEŞTİRİ


6 EYLÜL 1956
YASSIADA 07 EYLÜL DAVASI
Mehmet Arif Demirer
*
KİTAPTAN SEÇMELER:
(sh 440)
6/7 Eylül olayları, İstanbul Rum’ları için sonun başlangıcı olmuştur. Gerçi olaylardan hemen sonra, gözle görülür bir göç başlamamıştır, ancak, o güne kadar istikballerini Türkite’de gören, yatırımlarını ona göre yapan ve hayatını ona göre düzenleyen bu insanlar, kendilerine hayat hakkı tanımayacağı kanaatine varmış ve göçü düşünmeye başlamıştır. Nitekim, 9 yıl sonra uygulanan, planın diğer kademesi, yani zoraki sürgünlerin gerçekleştirilmesi ile, Rumların büyük bir kısmı Türkiye’den sökülüp atılmıştır.
Türkiye’de yaşamış ve yaşamakta olan Rum nüfusu hakkında tahminler yürüterek, hemen-hemen doğru rakama ulaşmak zor sayılmaz. Ancak, 1923’ten bu yana yapılan seçim neticeleri, bu soruyu en doğru şekilde cevaplayacağına göre, tahmin yürütmeyi yersiz saymaktayız. Rum araştırmacıların ulaşadıkları bu kaynaklara, sizin, bir siyasi parti olarak ulaşmanız zor olmayacağına göre, bu kaynaklardan faydalanarak cevaplamanız bilimsel açıdan çok daha doğru olacaktır.
BİLİNDİĞİ GİBİ, 6/7 EYLÜL OLAYLARINA RAĞMEN, RUM SEÇMENLER 1957 SEÇİMLERİNDE, BÜYÜK BİR ÇOĞUNLUKLA, YENİDEN DEMOKRAT PARTİ’YE OY VERMİŞLERDİR. BUNDAN BELLİ OLMAKTADIR Kİ, HALK PARTİSİ HÜKÜMETLERİ DEVRİNDE UYGULANAN ŞİDDETLİ BASKILAR UNUTULMAMIŞ VE DEMOKRAT PARTİ “EHNEN-İ ŞER” KABUL EDİLMİŞTİR. ESASEN PEKÇOK RUM, 6/7 EYLÜL OLAYLARININ MEYDANA GELDİĞİ DEVREDE, BAŞTA HALK PARTİSİ HÜKÜMETİ OLMASI HALİNDE, FELAKETİN DAHA DA BÜYÜK OLACAĞI KANISINDA İDİ.
Sayın Baylar,
Yollamış olduğunuz soru cetveline cevap teşkil eden bu metnin bir tüm olarak kabul edilmesini ve kullanılması halinde kesinti yapılmamasını rica ederim.
Atina, 31 Aralık 1994
Mihail Vasiliadis

EK – 18
CUMHURİYET / 8.9.1955
Yunanistan, Kıbrıs’ı güya nevrus bir hak gibi kolayca benimsemeyi tasarlarken, Türkiye’nin mukadder itirazlarını pek ihmal etmiş göründü. Halbuki Kıbrıs davamızda, biz elbette haklı idik. Nitekim Londra Konferansı’nda kıymetli mümessilimiz Fatin Rüştü Zorlu tezimizi gayet sağlam ve sarih olarak ortaya koydu. Türk milletinin inceliklerine has bir üslub içinde anlattıkları beynelmilel siyasi mahfillerde gayet müsaid karşılanmakta idi.
Londra Konferansı’ndan henüz netice alınmamaksızın konuşmalara devam edilirken, bizi esas davamızda çürütecek nahoş hadiselerle karşılaşmamızı ancak milli bir talihsizlik sayabiliriz.
İstanbul ve İzmir’deki yakma, yıkma yağma etme vak’aları keskin sirkenin kabına zarar vermesi kabilinden, olsa olsa Türk devletinin ve milletinin menfaatlerine zarar verir.

EK – 17
CEMİL SAİT BARLAS’IN YAZISI
“6 Eylül akşamı İngiliz Sefaretinde kokteyl var. Sefaret müsteşarı yanıma yaklaşıyor (bu müsteşar şimdi Kızıl Çin’de Ortaelçi) Yunanlıların bol bol nümayiş yaptıkları halde Türklerin neden yapmadıklarını soruyor. Kendisine verdiğim cevap şu: “Biz Akdeniz milletiyiz, nümayiş derken fiili hareketlere geçilebilir. Bu tehlikeli oyun.”
Akşam sefaretten Times muhabiri Mavridis’le ayrılırken önde bir insan kalabalığı arkada polisler nümayişçilerin Taksim Meydanı’na doğru yürüdüklerini gördük.

6/7 Eylül’ün daha evvel bilinmemesine imkan yoktu. İstanbul’un belli semtlerinden belli iktisadi teşekkül işçileri muayyen hedeflere gidip harekete geçiyorlardı. Bu, tıpkı Topkapı ve Uşak hadiseleri gibi organize idi. Polis hadiseye seyitci kaldı. Beykoz gibi, Kınalı gibi vazifesini bilir idare adamlarının tek başına hareketleri bile bu çapulcu zümresini durdurmaya yetmiş ve yağmacılığı önlemişti.”
Cemil Sait Barlas (Son Havadis – 20 Ekim 1960)

EK -15
‘KIBRIS OLAYI VE İÇYÜZÜ
"Açılışa gittim. Sabah 11.00 idi. Nutuklar söylendi. Bina gezildi. Ben bir kenarda duruyordum. «Menderes», ile uzaktan selamlaştık. Tören bitti. «Menderes»arabasma binmişti. Yanına da devrin Adalet Bakanı «Şevki Çiçekdağ» oturmuştu. Menderes «Çiçekdağ»'a birşeyler söyledi. O arabadan indi. «Menderes» yaverini çağırdı. Yaver koşarak bana geldi ve beni Başbakanın arabasına davet etti. Başbakan'ın yanına oturdum. Araba Divanyo-lu'na doğru hareket etmişti. Vatandaşlar arabanın açık penceresinden içeri dilekçeler atıyorlardı. Meğer adet­miş!. İlk kez görüyordum. Bazılarını eğilip almak istedim. «Menderes» bir eliyle halkı selamlarken bir taraftan da bana:
- «Zahmet etmeyin» Dedi.
Sonra araba Divanyolu'nda ilerlerken:
-   «Ben   Florya'ya   gidiyordum.   İsterseniz   beraber yemek yeriz» dedikten sonra «Kıbrıs'ta ne var ne yok?» diye sordu. Kıbrıs'taki durumu anlattım. Şiddetle silaha ihtiyaçları olduğunu söyledim.
-- «Silah veremem ki, bizim Kırıkkale silahlan bir gün karşı tarafın eline geçerse Birleşmiş Milletler'de güç du­rumda kalırız» dedi.
-- Onların paraları yok. Olsa bile İngilizlerin kont­rolünde sayılır. Oysa Kıbrıs'ta silah istendiği kadar var. Biz Cemiyet olarak şimdiye kadar yüz bin lira topladık...»
Deyince:
-  «O halde o parayı Maliye Bakanı Hasan Polatkan'a verin Kıbrıs'a aktarsın...»
diye ekledi Başbakan.
Hikmet Bil, a.g.e. sh. 108-115.
Kendisi de «Başbakan» olarak ertesi günü Cemiyeti­mize beş bin liralık yardımda bulunacağını ilave etti. (Bu çek ertesi günü gerçekten de Türkiye Garanti Bankası tarafından gönderildi ve elimize geçti).
«Menderes» Liman Lokantası'nda 24 Ağustos'ta verdiği demecini nasıl bulduğumu sordu. Gayet iyi dedim. Artık dava devletin davası oldu, isterseniz Cemiye­ti feshedelim diye de hemen ilave ettim. İtiraz etti.

6 - 7 EYLÜL OLAYI
Sonra sözü Başbakan, Londra'da üçlü konferans için bulunan «Fatin Rüştü»'ye getirerek:
-- «Fatin Yunanlıların konferansa girerken oturacakları sandalyeleri şaşırdıklarını yazıyor. Kuvvetli olmamız lazım» diye konuştu.
- «Yeni bir şifre talgraf geldi Fatin'den.. zayıf durum­dayım. Türk kamuoyunu zaptedemiyoruz diyebilmeliyim şeklinde şikayetleri var. Daha aktif olmamızı istiyor.» Diye ilave etti.
Ne yalan söyleyeyim o anda «aktif olma» sözünden benim aklıma Türk Devleti'nin siyasi bir demarş yapacağı yani nota falan vereceği gibi bir girişim geldi. Zaten üzerinde fazla durmadık. «Menderes» Atina'da Yu­nanlıların bir «Beyaz kitap» neşrettiklerini fakat bunu hemen toplattıklarını bizim Milli Emniyetin bunlardan bi­rini ele geçirdiğini, o kitapta çok enteresan bir bölüm bu­lunduğunu Kıbrıs Enosisinden sonra Atina'nın şimdi de «Gökçeada» ile «Bozcaada» yi isteyeceklerinin yazılı olduğunu açıkladı. (Kitabı yarın size yollarım dedi, gerçekten de yolladı).
Londra Konferansı'nda başarısızlık var mı gibilerden endişemi belirttim, Başbakan Menderes'e
-- Yok.. Yok.. Konferans ya hakkımızı kabul eder... Ya da dağılmak zorunda kalır...»
Yollu bir cevap getirdi.
Florya'da yemeğe kalmadım. Aynı araba beni tekrar geri getirdi.
Sonradan meydana çıktığına göre, meşhur 6-7 Eylül olayı, işte o arabanın beni evime bıraktığı akşam «Florya Köşkü'nde» tertiplenmişti. Cumhurbaşkanı «Bayar» İstanbul'dayd1. Florya'da kalıyordu. Menderes de Flor­ya'daydı. İçişleri Bakanı «Dr. Namık Gedik» Emniyet Genel Müdürü «Ethem Yetkiner» kısacası bütün yetkililer o gece hep Florya'da toplanmışlardı.
«Fatin Rüştü Zorlu» Türkiye'nin «Daha aktif» olmasını istemişti. Herhalde bir şeyler yapılmalıydı. Benim Başbakan'a otomobilde belirttiğim Türkiye'nin Lond-ra'daki şansı meselesi gerçekten önemliydi. Hiç kuşkusuz bunu hükümet de biliyordu. Zaten «Menderes» konfe­rans aksi halde dağılmak zorunda kalır demişti.
Öyle anlaşılıyor ki, o gece 5 Eylül gecesi Florya'da Bayar, Menderes ve Dr. Namık Gedik, şöyle bir tertip yapmışlardır.
Londra Üçlü Konferansı ya Türkiye lehine başarıya ulaşmalı ya da torpillenmelidir, yani dağılmalıdır. Lond­ra'da bulunan Dışişleri Bakanı daha aktif olmamızı iste­diğine göre o devrin bu üç büyük yetkilisi önce Atina'yı güç durumda bırakmak için Selanik'teki Atatürk'ün evinin bahçesinde (Bu bahçe konsolosluk binasıyla müşterektir) bir bomba patlatılmalıdır; sonra İstanbul'da esasen çok gergin bulunan hava içinde bir gözdağı mahiyetinde bir nümayiş olmalı ve birkaç Rum dükkanının camları kırılmalıdır, diye düşünmüş ve gerekli tertibatı almışlardır.
Alınan tertibata göre Demokrat Parti'nin güvenilir mi­litanlarından bazıları nümayişleri başlatacaklardı. Buna resmi makamlar da yeterince göz yumacaklardı.
6 Eylül günü «Bayar», «Menderes»'le beraber öğle yemeğini meşhur Abdullah Efendi Lokantasın'da yerler­ken Selanik'te Atatürk'ün evinde bir bomba patlatıldığı haberi kendilerine telefonla bildirilmiştir. «Menderes» bu haberin derhal İstanbul, Anka/a ve İzmir radyolarıyla veril­mesini emretmiştir.
Aslına bakılırsa böyle bir haber, o günlerde hakiki bir bombadan çok daha fazla etki yapardı Türk kamuoyu üzerinde.   Çünkü   basında   mütemadiyen   İstanbul'daki
Rum Patrikhanesinin zengin Rumlardan Kıbrıs'taki Rumla­ra gönderilmek üzere para yardımı toplandığı ısrarla yazılıyordu.
Başbakan «Menderes» de 24 Ağustos günü İstanbul Liman Lokantası'nda büyük bir Basın toplantısı tertiplemiş çok ağır ve sert bir biçimde konuşmuştu..
Gene Ağustos ayının 28'inci günü Kıbrıs'ta Rumların Ada Türklerine bir katliam yapacakları haberi de yayılmıştı ortalığa.
Türk kamuoyu patladı, patlayacak biçimde bir gergin­lik içindeydi.
İşte 6 Eylül günü öğle üzeri radyolar Atatürk'ün evinin bombalandığı haberini verince, birçok dairelerde memur­ların bile işlerini bıraktıkları görülmüştü. Hele akşam üzeri Ekspres Gazetesi kocaman bir başlıkla «Atatürk'e bomba» haberini ikinci baskı halinde İstanbul sokaklanna dağıtınca gerilen halkın sinirlerinin birden bire boşanmaması şaşırtıcı olurdu.
Gazete müvezzileri sokaklarda kapış kapış gazete sa­tarlar, hatta orada burada birkaç dükkanın camları kırılırken Bayar, Menderes'le beraber Taksim Meydanından geçerek Ankara'ya hareket etmek üzere Hay­darpaşa Garına gitmişlerdir. Garda Menderes, kendisini telefonla Londra'dan aramış olan Fatin Rüştü Zorlu ile de konuşmuş, olup bitenlerden kendisini herhalde haberdar etmişti. Ne var ki tertiplenen ve sınırlı olacağı hesaplanan nümayiş olayları bir çığ gibi büyümüş.. Bir başka deyişle evdeki pazarlık çarşıya uymamıştı! Çok kısa bir zaman içinde tüm Beyoğlu mağazaları tahrip edilmiş olup Devle­tin kontrolundan çıkıvermişti. Kısacası «kantarın topu kaçmıştı.»
Ben gene olayların akışına dönerek, 6 Eylül gününün akşam üzerine döneyim.

O akşam eve erken dönmüştüm gazeteden... Bir de banyo yapmıştım. Gazeteden telefonla arayan arka­daşlarım Kurtuluşta, Beyoğlu'nda bazı mağazaların camlarının kırıldığını haber verdiler bana. Daha sonraki tele­fonlardan  olayların   bir zincir gibi  birbirine  eklenerek genişlediğini öğrendim. Cemiyetten arkadaşlarım da eve gelmişlerdi.
Henüz saçlarım ıslak ıslak olduğu halde bir araba ile Tepebaşı'na kadar çıkabildik. Perapalas civarında coşkun bir halk «Kıbrıs Türktür» diye bağırarak dükkanların ke-penklerine saldırıyordu. Döndük Vilayete geldik. Vali «Dr. Fahrettin Gökay» idi. Şaşkındı. Odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. İçişleri Bakanı «Dr. Namık Gedik» de bir köşede Ankara'daki Bakan arkadaşı Dr. Sarol ile telefonda bağıra bağıra konuşuyordu:
~ «Halk coştu. İstanbul yerle bir oluyor. Engel olamıyoruz. Bildiğiniz gibi değil...»
Diyordu.
Arkadaşlarımla benim Vilayete gidişimizin asıl nedeni bindiğimiz taksinin radyosundan dinlediğimiz halkı teski­ne davet eden bildirilerdi. Aklımızdan bizim de Kıbrıs Türktür Cemiyeti olarak bir bildiri yayınlatmak ve cemiye­tin böyle bir hareketi asla tasvip etmediğini ilan etmek geçmişti. Öyle ya sokaklarda coşkun halk Kıbrıs Türktür diye bağırışırken onlar arasında bizim Cemiyetin üyelerinin de bulunabileceği akla gelebilirdi.
Söze başlamak için bir aşağı bir yukarı dolaşan Vali «Dr. Fahrettin Kerim Gökay»'a:
-- «Bari Galata Köprüsü'nü kapatsanız. Halk İstanbul'dan Beyoğlu'na bu yoldan akıyor...»
Diyecek oldum...
- «İtfaiye, polis, nereden geçer oraya sonra Beyoğlu tarafına?...»
Diye sert sert cevap verdi.
Görülüyordu ki hepsi şaşkındılar. Böyle bir ortamda bizim teklifimizi dinleyecek halde değildiler.
İşte ben ve arkadaşlarım vilayetten ayrılırken durum buydu ve telefonla hadise yoldaki Başbakan4a duyurul­maya çalışılıyordu.
Ulusal davayı hazırlıksız karşılayan, sıkışınca Balkan Komitecileri misali tertiplere başvuran hırslı politikacılar, vatanseverliği şimdi yağmacıların, kötü niyetli ve sorum­suz insanların elinde topyekün berbat etmişlerdi. Türk milletinin alnına kötü bir damga vurdurmuşlardı.
Bakalım işin içinden nasıl çıkacaklardı? Bu soruya hemen bir cevap bulmuş olacaklar ki gece saat 22'ye doğru evime gelen bir polis memuru beni Vali4nin Vila­yete çağırdığını söyledi. Anlamıştım. Suça şimdi bir suçlu bulmuşlardı. O da ben ve arkadaşlarımdı.
«Bütün bu olanları Kıbrıs Türktür Cemiyeti yaptı» di­yeceklerdi. Nitekim aldanmamıştım. Beni Vilayet yerine bindirildiğim jeep Polis Müdüriyetin4e götürdü. Orada Cemiyetimizin Merkez Yönetim Kurulu Üyesi olan gazete­ci arkadaşım Orhan Birgit de vardı.
O, benden önce getirilmiş olmalıydı. Bizleri ayrı oda­lara kapamışlardı. Biraz sonra Ekspres Gazetesi sahibi «Mithat Perin»'i de getirip bir başka odaya kapadılar. «Perin» (Demokrat Partili idi. Sonra da bu partinin millet­vekili olmuştur). Onu çok bekletmediler. Sonradan öğrendiğime göre «Menderes»'i «Sapanca»'da durumdan haberdar etmişler. «Bayar»'la «Menderes» (Köprülü de beraber. O zaman Devlet Bakanı olmuştu.) İstanbul'a geri dönmüşler. Onlar yoldayken İstanbul'da sıkı yönetim ilan edilmiş. Sonra gereksiz bulup sıkı yönetimi kaldırmışlar «Menderes» gelip İstanbul'un halini görünce tekrar sıkı yönetime karar vermiş. Başbakanın Özel Kalem Müdürü sabaha karşı bir arabayla gelip Polis Müdürlüğü'nden «Mithat Perin»'i aldı götürdü.
Belleri tabancalı bir takım sivil polisler tek tek sözde bizlerin ifadelerini aldılar. Aslına bakılırsa biri dikte ediyor, öbürü daktilo ile yazıyor. Sonra bizlere:
«Haydi imzala...»
Diyorlardı. O sırada aklıma gelmiş sol elimle imza etmiştim. Hiç değilse ileride adil bir mahkeme önüne çıkmak nasip olursa:
«Bu imza sol el ile atılmıştır. Oysa ben solak değilim. İfadenin bana ait olmadığını da bu gösterir»
Diyecektim."
YORUM: Sn. Bil 05.09.1955 günü Başbakan ile otomobilde, hiçbir tanık yok iken, konuşuyor. Bir yanda Yunanlıların şaşkın bir vaziyette olduğunu söylüyor Başbakan (ki, doğru) öte yanda Fatin Rüştü Zorlu şifre bir telgrafta "zayıf durumdayım" diyor. Bu yanlış. Tam tersine çok iyi bir durumda Türk Heyeti. Tanığı da Sn. Metin Toker! (sh. 92)
Sn. Bil hiç araştırmadan yazmış 1976 yılında: 05.09.1955 gece­si Bayar, İzmir-İstanbul arasında yolda Adana vapurunda, Gedik, Park Otel'de Uluslararası Kriminoloji Konferansı Heyetlerine yemek veri­yor. Yetkiner de aynı yerde. Menderes ise mebus arkadaşları ile Flor­ya'da yemek yiyor ve sonra geceyarısı onlara yeni inşa edilmekte olan Maslak Yolunu gösteriyor.
Bu kadar maddi hatalarla dolu olan kitap iki kez basılmış! Başka yorum yok! (Bkz., EK - 20)

SON SÖZ
"6 Eylül 1955" Türkiye'de Yaşanmış bir olaydır. Aktörler T.C.nin Türk vatandaşlarıdır. Çeşitli nedenlerle azınlık Rum vatan­daşların malları tahrip ve kısmen talan edilmiştir. Bu bağlamda kilise­ler yakılmış, üç Rum vatandaş öldürülmüş (veya ölmüş) ve me­zarlıklar bile kazılmış, tahrip edilmiştir.
Bütün bunları biz yapmışız. Tıpkı 1988 yılında Galatasaray'ın Neu Chatel ile UEFA tur maçında turu kazanmak üzere iken sahaya birtakım madeni maddeler attığımız (sonradan da diskalifiye olacağız diye yüreğimiz ağzımıza geldiği) gibi.
27 Mayıs'tan sonra tüm olumsuzlukları DP'ye fatura eden zihni­yet, (CHP-AKİS-MBK vs) 6 Eylül 1955'in faturasını Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'ya çıkartmıştı.
Bu sadece çok haksız bir suçlama değildi. Aynı zamanda an­lamsızdı. O tarihte İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı ve sonradan CHP Milli Eğitim Bakanı olan Sn. Necdet Uğur bu olaylar hakkında, 1994 ylında "Spontane bir hareket idi. Sonradan nitelik değiştirdi." demiştir. En doğru teşhis budur.
Bu nedenle (6 Eylül 1955) hepimizin sorunudur. En önemli gerçek, İstanbul'da yaşayan Rumların bu olay nedeni ile bize karşı kin beslememiş olmalarıdır. Bunun kanıtı 1957 seçimlerinde Rumların DP'ye oy vermiş olmaları ve 1959 Türkiye - Yunanistan barışıdır.
    Ankara - Kasım 1994
NOT: Tahrip edilen ev, dükkan, işyeri, kilise vesairenin toplam sayısı 5622'dir. (EK-8)
Averoff, kitabının 49. sayfasında, bu toplam sayı içinde mülkiyeti Rumlara ait olanların sayısını 2475 olarak vermektedir.
Başsavcı Egesel ise Rumlara ait tahrip olunan gayrimenkullerin sayısının 3548 olduğunu iddia etmiştir.
Gerçek bu iki sayının ortasında ise (3012), Rumlara ait olup da tah­rip edilmiş ev/işyeri/kilise ve diğer yerlerin, genel toplam içinde yandan biraz fazla (%54) olduğu ortaya çıkmaktadır.
Tahrip olan ve Rumlara ait olmayan işyerleri/evlerin mülkiyet dağılımı konusunda ciddi bir çalışmaya rastlanamamıştır. Sadece merhum Fahrettin Kerim Gökay sorgulaması esnasında bu konuya kısaca değinmiştir, sayfa 148.

SONSÖZDEN SONRAKİ YORUM
Bu kitabı yazmaya 1993 yılı Kasım ayında karar vermiş ve " 6 Eylül 1955 - İstanbul" konusun araştırmaya başlamıştım. Okuduğum ilk kitap (Sn Dosdoğru'nun kitıbından sonra) Sn Aziz Nesin'in kitabı idi. Bu kitabin olay ile ilgili özeline birinci bölümün sonunda yer veril­miştir. (Ortasöz)
Sn Nesin o geceyi bir fotoğrafçı gibi tespit etmiş. Kitabının ilk 32 sayfasının olay ile ilgili paragraflarını kesip ekleyerek kazandık bu özet fotoğrafı.
Araştırmalar sürdükçe vs olaya şu veya bu şekilde karışıp da halen (Kasım 1994) hayatta bulanan kişiler ile söyleşiler yapıldıkça ortaya devamlı olarak yeni yorumlar çıktı. Ancak temel ilke hiç değişmedi:
6 Eylül 1955'i Demokrat Parti veya Hükümet (ya da MENDE­RES - ZORLU - GEDİK) tertiplememiştir.
Hükümetin böyle bir tertibe zerre kadar ihtiyacı yoktu. Sn Fahri Çoker, kitap dimiye verildikten sonra önemli üç bel­genin suretini lütfettiler. Atatürk’ün evinde bomba patladığına ilişkin radyo haberinin metni bu belgeler arasındaydı. Görüldüğü gibi (EK-6) haber fevkalade ılımlı bir üslub yazılmış, olayın sadece bir cam kırılması ile sınırlı kaldığı vurgulamıştı.
İstanbul Ekspresin 290 bin adet (gazetenin normal satışının on katı) satılan ikinci baskısı ise adeta bir emir niteliğinde idi : "Mu­kaddesata el uzatanlara bunu çok pahalı ödeteceğiz." Emri veren de Kıbrıs Türktür Cemiyeti Genel Sekreteri Kamil Önal idi.
Kamil Önal'ın bu demeci gazeteye saat 13.30 sularında telefon­la verdiğinin şahitleri bugün hayattalar : Sn Birgit ve Sn Canöztürk. Yazılı ve imzalı ifadelerinde bu hususu teyit etmişlerdir. Öyle ise ga­zetenin önceden dizildiği iddiası da geçerli olmuyor. (*)
Ancak bu gazetenin binlerce üniversite öğrencisini yollara döktüğü ve ondan sonra olaylarınızla geliştiği, tahrik edici nutuklar (Mürşit Yolgeçen), slogan atmalar ve ilk tahrip edilen eczanenin Rum sahibinin bayrak asmamakta direnmesi gibi yerel aşırılıklar ile nitelik değiştirdiği de kesindir. Polisin yer yer yetersiz kaldığı ancak başta Patrikhane olmak üzere yabancı ülkelerin konsolosluklarının tahrip edilmesini engellediği de kesin. Askerin geç kaldığı ve yavaş dav­randığı ise daha da kesin.
Bütün bunlara tepeden kuşbakışı baktığımızda İstanbul Eks­pres'in ikinci baskısı önem kazanıyor.
Bu nedenle gazetenin o tarihte yazı işleri müdürü olan, Sn Mit­hat Perin'den ikinci baskı için ısrarla izin isteyen ve bugün Paris'te ajans sahibi bulunan Sn Gökşin Sipahioğlu'nu telefonla aradım. Hemen," Gerçekleri yazabilecek misiniz? " diye sordu. " Gerçekleri? " " 6 Eylülü MİT tertipledi."
“Peki siz de bu tertibin bir parçası mı idiniz ? Siz MiT'in emri ile mi çıkardınız ikinci baskıyı?" yanıt yok. Telefonda da yok. Yazılı sordum, hiçbir cevap gelmedi, iki defa hatırlatmama rağmen !"
Sn Güllapoğlu, (o da şimdi Frankfurt'ta kendi ajansını kurdu) kitabında adı geçen dört yıldızlı emekli generalin Sn Sabri Yirmibeşoğlu olduğunu ve bu hususun TEMPO Dergisi'nin 9 Haziran 1991 tarihli sayısında açıklandığını söyledi bu kitap neredeyse baskıya gi­rerken.   Oysa   "Söyleşiler"   bölümünde   Sayın   Orgeneralin   adını açıklamamıştım, Sn Güllapoğlu'nun kitabında da açıklanmadığı için. Bunun üzerine Sn Mahir Kaynak'ı aradım : "Sn Kaynak, 6 Eylül'ü Milli Emniyet - Seferberlik Tetkik Kuru­lu (Özel Harb Dairesi'nin o tarihteki adı, 1952'de kurulmuş) işbirliği planlamış ve hükümetten gizlemiş olabilir mi?"
"Olabilir. Zaten o dönemde öyle çalışılırdı. Uçtaki ajanlara biz­zat talimat verirlerdi aradaki kademeleri atlayarak."
Sn Güllapoğlu'nun, Sn Yirmibeşoğlu ile yaptığı konuşmada bir de şahidi varmış : Sn Emin Çölaşan. Kendisine gönderdiğim yazılı soruya, yazılı olarak cevap vermedi. Sözlü olarak söyleşiye tanık olmadığını ifade etti. Sn. Yirmibeşoğlu, Tempo'da adının yayımlanmasını tekzip edeceğini söyledi.
6 Eylül'ü Demokrat Parti teşkilatı planlamış olsa idi, bu partinin İstanbul İl Başkanının bilgi sahibi olmaması düşünülemez. 6 Eylülde DP'nin il başkanı Sn Orhan Köprülü idi. Sn O. Köprülü, babası mer­hum Fuat Köprülü 5 Ocak 1961 günü beraat ederek tahliye olduktan bir gün sonra açılan Kurucu Meclis'e üye seçilmişti. Hem de Devlet Bakanı merhum Gürsel in on kişilik imtiyazlı listesinden girmişti Ku­rucu Meclise.
Bütün bunları dikkate aldığımızda büyük bir vicdan rahatlığı ile söyliyebiliyorum ki ne Demokrat Parti, ne hükümet ne de MENDE­RES - ZORLU - GEDİK üçlüsü 6 Eylül'ü tertiplememişlerdir. Sanırım olaydan çok kısa bir süre sonra gerçek ortaya çıkmıştı:
Enazından Merhum Menderes, 12 Eylül 1955 günü Meclis'te konuşurken biliyordu ki, ortada kesinlikle bir tertip yoktur. Yer yer işgüzar birtakım kişiler (bunlar Milli Emniyet'e mensup çalışanlar, po­lisler, askerler vs.) nümayişlerin arasında çok sınırlı bir tahrip olayını düşünmüş ya da tahribi teşvik etmiş, müsamaha göstermiş olabilirler­di. Askerin geç ve de mermisiz gelmesi, olaylara pek karışmak isteme­mesi de, bu yönde bir emir aldığının değil böyle bir olayla ilk defa karşılaştığı için acemiliğinin, çekingenliğinin işareti idi. Merhum Garan'ın ifadelerinde bu hususları bulmak mümkün.
Ancak genel olarak bir ölçüde ihmal ve gecikme söz konusu idi, 20.00-23.30 arasında.
Merhum Adnan Menderes'in   12 Eylül  1955'de DP Meclis Grubu'nda yaptığı konuşma:
Bugün İstanbul'da beş büyük kongrenin toplanmakta olduğunu biliyorsunuz. Bu beynelminel kongrelere iştirak eden heyetlerin gerek tarzı terekkübü itibariyle ihtiva ettiği ehemmiyet, gerekse heyetlerin adetleri başka yer­lerde bunların akdettikleri toplantılarla mütenasip olma­yacak kadar ehemmiyetlidir. Bugün İstanbul'da muhtelif memleketlerin 38 Maliye Vekili bulunmaktadır. Bunların meyanında birçok eski Başbakanlar mevcuttur. Amerikan Heyeti büyük bir adettedir; ondan sonra fevkalade mühim şahsiyetlerden mürekkep hususi surette memleke­timize gelmiş olan; görmek, anlamak ve hatta iş yapmak arzusunda yüzlerce mühim şahsiyet İstanbul'a gelmiş bu­lunuyor. Bütün bunlar hesaplıdır. O bomba, gününde patlatılmıştır.Binaenaleyh, bizi kendi fikirlerince dünya nazarında rüsvay edecek, bizi garpten koparıp müdafaasız bırakacak ve kolayca elde edilebilir bir şikar haline götürecek zalim darbe tam zamanını seçmek suretiyle bize havale edilmiş bulunuyor.
Muhterem   arkadaşlar,   sadece   kiliselerin   tahribine büyük ehemmiyet ve dikkat atfedilmiş olması ve hatta ölülerin    kemiklerinin    muhkem    mermerler    altından sökülüp ortaya çıkarılıp hakarete maruz bırakılması keyfi­yeti, damgası üstünde komünist eseri olduğunu apaçık ifade etmektedir. Bunu küçümsemeye imkan yok. 70'e yakın mabet tahrip edilmiş bulunuyor. Muhterem arka­daşlar Türk, Müslüman mabede tecavüz etmez, kiliseyi tahrip etmez. Bu apaşikar meydandadır ki bizi ehli salip zamanı   hayatını   yaşayan   bir   cemiyet   olarak   dünya nazarında   rüsvay  etmeye  çalışmışlardır.   Bir  defa  bizi manen hükümlerin en ağırına mahkum etmişlerdir. Sev­gili arkadaşlarım, bu memlekette medeni bir iradenin, medeni bir devletin kurulmuş olduğunu bütün cihana belirtebilmek için yarım asra yakın bir zamandan beri sarfedilen gayretin bilhassa bizim iktidarımız zamanında ne derecelere kadar teksif edilmiş olduğunu takdir edersiniz. Dünyanın hayranlığını çekecek derecede medeni bir seviye arz eden Türk milletinin ve onunla mütenasip bir medeniyete sahip olan ve sahibi olduğu teslim edilen Türk devletinin bu yönden olan kadrü itibarını kesretmek için her türlü akla gelen ve gelmeyen felaketler ika edilmiştir. Bu bakımdan "Milli Felaket" demekteyiz.
Arkadaşlar, bize sürülmek istenen lekenin karşısında biz bu cinayetin Türk milleti olarak faili değil, bu cinayet sahnesi ve mağduru olduğumuzu ispat etmek suretiyle şeref ve haysiyetimizin irtifa ve seviyesini muhafaza edeceğiz. Hakikatte hal böyle olduğu için bunun tahkikat neticesinde, muhakeme neticesinde, olduğu gibi tecelli edeceğinden yüzde yüz emin bulunuyoruz. Böyle bir şenî eser Türk milletinin malı olamaz. Bu gibi hareketler milli heyecanın galeyanı neticesi olarak kabul edilemez. Bunu Türk gençliğine dahi atfetmek gayrimümkündür. Onlar taşkınlık olarak bir nümayiş yapmak isteseler dahi ben onların nezahat hududundan çıkmayacağına eminim.
Fakat hadiseleri hem tertip eden, hem yapılan tertip­ten istifadeyi akıllarına koyanlar tamamiyle işlerinde mu­vaffak olmuşlardır ve bizi derin elemlere garkeden man­zaraları ve hadiseleri vukua getirmişlerdir. Fakat bunun Türkiye'de son olmasını ve Türkiye'de komünistler için barınacak saha bulunmadığını mutlaka ve mutlaka ispat etmemiz lazımdır. (Bravo sesleri, alkışlar)
Merhum Adnan Menderes'in 12 Eylül 1955'te T B M M'de yaptığı konuşma ise farklıdır :
Muhterem arkadaşlarım,
Bir noktanın tavazzuh etmesi lazım gelir. Umumi hava odur ki, polis, emniyet kuvvetleri, hiçbir suretle ve hiçbir zaman vazifesini yapmamıştır. Bir kül olarak bunu böyle mütalâa etmek doğru değildir. Bu, bir hakikatin ifa­desini teşkil etmemektedir. Hadiseye takaddüm eden zaman, ayları ve mekanı gözümüzün önüne getirmek icabeder. karşılıklı olarak iki memlekette, Türkiye'de ve Yunanistan'da hamiyet Kıbrıs meselesinde en yüksek konuşmaymış gibi bir nevi hamiyet müzayedesi hem bu memlekette, hem de Yunanistan'da almış yürümüştür.
Bu hareket dünyanın her tarafından görülen nezahat dairesindeki bir gençlik nümayişi nikabı altında vukubuldu. Efkar o derece hazırlanmıştı ki; adeta bir psikoz bütün memleketi, ruhları ve vicdanları istila etmişti.
28 Ağustos'ta Kıbrıs'ta bir katliam vukua geleceği şayiaları ve haberleri bütün vicdanları tehyiç eylemişti. Buna mukabil bir mevcudiyet göstermek, bunu haklı bir protesto ile karşılamak için bir takım gayretler sarfediliyor, olduğu düşünülebilirdi.
Bir takım teşekküller faaliyette bulunuyordu. Talebe cemiyetleri, Kıbrıs Cemiyeti, daha başka ve bu kabil teşekküller gibi, mevcut kanunlarımızın himayesi altında kurulmuş olan cemiyetler, bir takım muzır eşhasın, muzır faaliyetlerin meşruiyet kisvesini ve siperini teşkil etmiş ol­dular. Hadise nasıl başladı? Hadise bir gençlik, bir talebe grubunun harekete geçmesiyle başladı. Bu, bir anda İstanbul'un her tarafında hazırlanmış olan ruhların ve in­sanların birdep harekete geçmesiyle, bütün İstanbul'u sarmış oldu. Şimdi, bunun teferruatına ve bir takım se­beplerine girmeksizin şu kadarını söylemek lazım gelir: Polis, Emniyet Memuru, Emniyet Âmiri hiç vazife görmedi de bu üç bin kişiyi birkaç saat içinde karakollara hapsedenler kimlerdir? Emniyet Teşkilâtı'nın 1000-1500 kişilik kadrosu hadisenin cereyanı esnasında üç bin kişilik bir suçlu grubunu tevkif etmiş bulunuyordu. Bu­nunla Emniyet Teşkilâtı'nın tam kudretiyle vazife görmüş olduğunu söylemek istemiyorum. Asla, mesuller vardır, ama hadise tarif ve tasvir edildiği gibi de değildir.
İstanbul Ekspres Milli Emniyet'in bir siparişi değildi. Bu gerçeği o tarihte İstanbul'da Milli Emniyet Baş Görevlisi (halen hayat­ta) ile yaptığımız söyleşide kesin olarak öğrenmiş bulunuyorum.
Geriye kalıyor Sayın Sipahioğlu ile Sayın Yirmibeşoğlu'nun tartışmalı ifadeleri. Her iki iadenin de gerçek olmadığına inanıyorum. Kanıtı Sayın Vasiliadis'in Cevabı'nın son maddesi. (Ek - 21)
Rumlar DP'ye 1957 seçimlerinde ehveni şer olduğu için değil, 6 Eylül'ü tertiplemiş olabileceğine inanmadıkları için oy vermişlerdir. Çünkü gerçek öyle idi...
Kapanmış ve unutulmuş bir olayı başka bir amaçla Yeni Sabah'ta manşet yapmak çok yanlıştı. Merhum Fuat Köprülü'nün ruhu şâd olsun. Coşkun Kırca'nın tanıklığı da çok yanlıştı. Yanıltıcı idi. 126 satırlık telgrafı sanki mealen hatırladığı son 7 satırdan ibaretmiş gibi göstermekle davanın gidişatını değiştirmişti...
6 Eylül'deki tahribi anlamak için 10 Ocak 1995 günü İnter-Star'daki tahribi görmüş olmak gerekmektedir.
1955'den 1995'e çok az şey değişmiş...
Enson sözümüz de dezinformatsıyacılara.
Alfabetik sırayla şu sayın kişileri dezinformatsıyacı olarak ilan ediyorum: Sn. Akman, Sn. Bil, Sn. Dosdoğru, Sn. Karakoyunlu, mer­hum Veli Yılmaz ve Sn. Mete Tuncay.
Bu sayın yazarlar son yıllarda vatandaşı kasıtlı olarak yanlış bilgilendirmişlerdir.
Sn. Akman 1992'de kaleme aldığı yazısına "Bundan tam 27 yıl önce..." diye başlarken ayrıca aritmetik bir hata da yapmıştır!
Sn. Bil, kitabında hep yanlış bilgiler vermiştir. Sn. Dosdoğru, kitabının her sayfasında önyargılı kalmış, bir başkasından alıntı yapar­ken hem kaynağın adını vermemiş hem de kendinden eklemeler yapmıştır (Sh. 371'de). Sn. Karakoyunlu, kitabında da Aktüel'deki söyleşide de gerçekleri tersine çevirmiştir. Merhum Veli Yılmaz ise sağdan soldan toparladığı yanlış bilgileri, araştırmadan yayımlayarak kervana" katılmıştır.
6-7 Eylül Olayları ile İlgili İlk Geniş İnceleme Yazısını Mete Tuncay Yayımlamış ve Şu Sözlerle Bir Yorum Getirmiştir (Tarih ve Toplum, sayı 33,1986):
Netice-i Kelâm ve Kıssadan Hisse
Yassıada muhakemelerini, hukuk açısından bir bütün olarak savunmaya imkan yoktur. Ancak, verilen (ve yerine getirilen) idam kararları bir yana, yozlaşmış bir yönetimin teşhir edilmesi, siyasal ve toplumsal bakımlardan yararlı olmuştur, denebilir. 6/7 Eylül davasında, olayların ilk çıkışını hükümetin düzenlediği, tam sübuta varmasa bile, vicdani bir kanaat yaratmaya yetecek derecede ortaya konulmuştur. Selanik'teki bombayı DP iktidarının pat­lattırdığı kesinlikle kanıtlanmadığı için, ilgili sanıkların be­raat ettirilmeleri doğru olmakla birlikte; bu karar, iddianın büsbütün asılsız bulunduğu anlamına gelmez, elbette. Belki, Fuat Köprülü'ye Ulus'taki tavzihini yaptıran güçler, mahkemeye de kendilerini hissettirmişlerdir.
Devlet (daha doğrusu, onun adına hareket eden siya­set adamlarıyla asker-sivil yöneticiler) açık hukuk yol­larından ayrılmamalıdır. Akıllarınca memleket yararınadır diye, gizli-kapaklı işler çevirmeye kalkarlarsa, ülkeye ve in­sanlara verecekleri zararların nereye kadar gideceği hiç belli olmaz.
YORUM: Sayın Mete Tuncay "Yassıada duruşmalarını savun­maya imkan yoktur" diyor. İdamlara da karşı. "Ancak", diyor, "yozlaşmış bir yönetimin (DP iktidarının) teşhir edilmesi... yararlı olmuştur."
Bu genel hüküm.
6/7 Eylül Davası hakkında ise "nümayişleri hükümet düzenlemişti" demeye getiriyor.
Ardından daha muğlak yorumlara geçiyor: "Siyaset adamları, asker-sivil yöneticiler" herhalde hem Selanik'teki bombayı pat-lattırmıştır, hem merhum Köprülü'ye 12 Haziran 1960 tarihli Ulus Gazetesi'nde yayımlanan düzeltmeyi yaptırtmıştır, diye sonuca varıyor.
Bir farkla 1955'de asker-sivil yöneticilere DP'li siyaset adam­ları da dahil, 1960'da ise aynı kişiler Harbiye'de tutuklu!
Sn. Tuncay'ın katıldığımız tek yorumu gizli-kapaklı işlerin yapılmaması gerektiği. Diğer yorumları çok talihsiz. Yassıada duruşmaları hukukun içine düşürülebileceği perişanlığı teşhir etmiştir. O dönem Türk basını da bu perişanlığın yardakçısı ve teşvikçisi olmak şerefine ulaşmıştır.
6 Eylül 1955'de sonra Rumlar İstanbul'u terk etmemişler ancak kırılmışlar, üzülmüşler ve "Acaba bize bu şehirde bir gelecek yok mu?" sorusunu sormaya başlamışlardır.
Göç, merhum İsmet İnönü'nün CHP azınlık hükümetinin 16 Mart 1964 tarihli Kararnamesi'nden altı ay sonra "SÜRGÜN" şeklinde gerçekleşmiştir.
Sn. Ecevit bu konuda;
"Dış politikada rahmetli İsmet İnönü tartışılmaz bir uzman olduğu için onun kabul ettiği, gerekli gördüğü bu çözüme karşı maalesef bir hükümet olarak direnebilecek du­rumda değildik."
"Sorun... Kıbrıs'taydı. Kıbrıs'ta şoven bir Rum yönetimi vardı. Ve Kıbrıs Türklerini ya soykırımla ya da sürmek kararındaydılar. Ama Türkiye o sırada Kıbrıs Türklerini Kıbrıs'ta kurtarma olanağını bulamayınca bunun acısını İstanbul'daki Rumlardan çıkarmış oldu."
"Türkiye'nin dış itibarı bu uygulamadan ciddi ölçüde zarar gördü... (ayrıca - MAD) İstanbul'da geniş bir Rum nüfusunun bulunması Batı Trakya'da bulunan Türkler açısından bir denge unsuruydu. Türk nüfusunu yönetme ve ezme eğiliminde olan Yunan yönetimleri Batı Trakya Türklerine baskı uygulamada daha serbest kalmış oldular."
şeklinde konuşmuştur 1994 yılında. (Akar, a.g.e.)
Sn. Denktaş 27 Kasım 1994 günü Nokta'da yayımlanan bir demeçte açıkça ifade etmiştir:
Rum, hiçbir zaman Türk cemaatinin burada sağ salim kalabileceği bir anlaşma zemini oluşturmamıştır, verme­miştir, önermemiştir. Biz bunu temin etmeye çalışıyoruz. Peki, sonunda anlaşma olsun diye verdiğimiz tavizi başlangıçtan verir vaziyete girdiğimiz halde, Rum, bu yöne yaklaşmamıştır ve yaklaşmaz. Rum, Kıbrıs'ı Yunan adası yapmak için savaşı 1963'te açmıştır. Kendisine, "meşru Kıbrıs hükümetisin" dendiği an (4 Mart 1964 -MAD) Kıbrıs davası Rumlar için bitmiştir.
(NOKTA 27 Kasım - 3 Aralık 1994)
BM, Papaz Makarios'un gayrimeşru hükümetini 4 Mart 1964 günü meşru hükümet olarak ilan etmişti, Ankara birkaç bin askeri Ada'ya gönderemediği ve 6500 kişilik BM Barış Gücü'nün Kıbrıs'a acilen gönderilmesini arzu ettiği için.
Aynı azınlık hükümeti 4 Haziran 1964 günü ABD Büyükelçisi'ne "6 Haziran'da Ada'ya çıkıyoruz" diye önbilgi vermiş, böylelikle Johnson'un mektubuna davetiye çıkarmış, ardından da Türkiye'yi ABD'ye karşı bir konuma getirmeye çalışmıştır. İşte 6 Eylül'den sonra göç ettikleri iddia edilen Rumlar İstanbul'dan böyle bir ortamda CHP Hükümeti tarafından sürülmüşlerdir.

11 Ocak 1995
Başbakanın Kıbrıs demeci
Yazan: A. Ş. Esmer
28/8/955 tarihli (Ulus) tan:
Başbakan Sayın Adnan Menderes, Londra Konferansının arifesinde Kıbrıs hakkındaki Türk görüşünü vuzuhla açıklamıştır. Bu beyanat muhalefet par­tileri tarafından desteklendiği gibi, Türk Milletinin duygularını da ifade etmektedir. Bu sebeple Başbakanın bu konudaki sözleri samimî yankı uyan­dırmış ve denilebilir ki; resmî makam­ların Kıbrıs meselesinde şimdiye ka­dar ihtiyar etikleri sükûttan doğan ıs­tırabı dindirmiş ve büyük rahatlık. duygusu yaratmıştır.
Eğer resmi Türk görüşü, daha önce bil­dirilmiş olsaydı, Yunanistan bu konu­da bu derece ileri gitmez miydi? Bu suali cevaplandıracak durumda deği­liz. Her halâs Hükümeti bu noktada temkin ve ihtirazla hareket etmeğe sevkedilen düşünce, Başbakanın da son demecinde samimî olarak izah ettiği gibi, Yunan dostluğuna kıymet veril­mesidir. Eğer Yunanistan'da Türk dostluğuna ufak bir kıymet vermiş ol­saydı, durup dururken Kıbrıs mesele­sini ortaya atmazdı.
Başbakanın Kıbrıs konusundaki sözle­ri, açıktır, acıdır, fakat aynı zaman­da dostçadır. Bu sözler Yunanlı kom­şularımıza, «dost acı söyler» atasözündeki mânayı hatırlatmalıdır. Sayın Menderes, eski acı hâtıraları tazelemekten mümkün olduğu kadar kaçınmış­tır; mümkün olduğu kadar diyoruz, zira onlara hiç temas etmeden Yunanlı­lara Kıbrıs hakkındaki Türk görüşünü izah edemezdi. Meselâ, Lozan konfe­ransı sırasında Batı Trakya'da plebi­sit yapılması hakkındaki isteğimizin. Yunanistan tarafından reddedilmiş ol­ması. Meselâ Yunan ordusunun Ankara’ya kadar gelmiş ve neticede asır­lar boyunca Türklerle bir arada yaşamış olan Anadolu Rumlarının tasfiyesi. Başbakan soruyor: «İzmir'de, Denizli’de, Aydın’da, Eskişehir’de işleri (Yu­nanlıların) ne idi? Acaba orada da  şelf-determinationu, milletlerin kendi mukadderatlarını kendilerinin tâyin etmesi prensibinin hakimiyetini, ta­hakkuk etirmek için dahi bir misyon­ları mı vardır?
Biz bu acı hâtıraların üstüne sünger çekmek istedik. Umduk ki, Birinci Harb sonundaki genel tasfiyeden ve Türk - Yunan dostluğunun kurulu­şundan sonra Yunanlılar da «Megali Idea» maceralarına son vereceklerdi. Kıbrıs meselesini ortaya atmaları ha­yal kırıklığı doğurmuştur.
Başbakanın sözleri Yunanistana dost­ça bir ihtar olduğu kadar da Kıbrıs hakkındaki görüşümüzün, dayanmakta olduğu mesnetlerin izahıdır. Bir defa dünyada coğrafi hudutlar milletlerin efendi kaderine kâhim olacağı esasına göre çizilmemiştir. «Bir vatan, terzinin önündeki kumaş parçası gibi neresin­den istenirse kesilebilir bîr meta değiî-dir. O, esas itibariyle etnik, hakikatlere dayanmakla beraber, coğrafi, siyasî, iktisadî ve askerî bir bütün teşkil et­mek bakımından türlü âmillerin tesiri altında, tarihi hâdiselerin gösterdi­ği istikamette hudutları çizilen bir coğrafya parçasıdır..
Bu sözler, milletlerarası münasebetler tarihinin realist izahıdır Yunanistan'ın anavatanı da bu prensiplere uygun ola­rak kurulmuştur. Bugün Yunanistan Makedonya'da ve batı Trakyada plebi­sit yapılmasını kabul eder mi? ken­disinin Makedonya ve Batı Trakya hakkında kabul etmediği bir plebisiti, Anayolunun parçası olan Kıbrıs hak­kında nasıl ileri sürebilir?
Türk görüşünün en kuvvetli mesnedi, Başbakanın şu sözlerin de ifade bul­muştur: «Türkiye sahillerinin büyük bir kısmı, başka devlete ait olan ta­rassut ve tehdit palangalariyle muhat buluyor. Bir Kıbrıs sahası bugün sa­lim görünmektedir. Bu bakımdan, Kıb­rıs Anadolunun bir devamından., onun emniyetinin esas noktalarından birisi­dir. Bu itibarla onun durumunda bir tebeddül bahis mevzuu olursa, bunun etnik esaslara değil, çok daha mühim ve esaslı olan dî&er hakikatlere ve mes­netlere göre halledilmesi ve Türkiye'ye razi olması lâzımgelir.»
Doğrusu şudur ki, Başbakanın sözle­rinden de anlaşılacağı gibi, Yunanis­tan Kıbrıs işini kurcalarken ondan çok daha geniş ve şümullü meseleler orta­ya atmıştır. Çanakkale Boğazından İs­kenderun Körfezi yakınlarına kadar Anadolu «başka devlete ait olan taras­sut ve tehdit palan galariyle çevrilmiş bulunuyor... Talihin birtakım kötü te­cellileri neticesi meydana gelen bir duruma şimdiye kadar boyun «iğdik ve bu «tarassut yerlerini dost bir Yunanistanın elinde bulunduğunu düşün­mekte teselli aradık. Fakat simdi Yu­nanistan başka bîr yüzle karşımıza çı­kıyor ve Kıbrısı istemekle yaranın üs­tünden bir kılıç geçiriyor .Bu hareke­tiyle de bütün adalar meselesini taze­liyor. Bundan böyle Türkiye için bir Kıbrıs meselesi değil, kendi lehine çözülecek bir adalar meselesi vardır.

Bu günkü Londra toplantısı
Yazan: F. H. Alay
29/8/955 tarihli (Dünya) dan :
Kıbrıs Konferansı bugün Londrada toplanacaktır. Yunanlıların islediği şey, adayı kendi topraklarına katarak, Türkiyenin istediği şey, hiç olmazsa istatükoyu tutmak.
Yunanistan.       Coğrafya     bakımından, Kıbrıs işini bir millî savunma zarure­ti olarak ileri  süremez.  Türkiye ileri sürebilir.
Yunanistan tarih hakları bakımından Kıbrıs'ın kendi topraklarına katılması­nı isteyemez. Türkiye isteyebilir.
Bir bölge halkı çokluğunun milliyeti, o bölgenin aynı milliyetteki bir anava­tana katılmasına gerektirmiyeceği ve gerektirmediği ise söz götürmez. Mil­letlerarası hukuk hakemlerinin buna benzer meselelerde verdikleri kararlar meydandadır.
Yunan kilisesi ve sokak demagojisi, Kıbrıs meselesine eski Balkan komiteciliği ve cinayete iliği damgasına vur­muştur. Bunlar ada Türklerini öldürecekler in din bahsetmektedirler. Türki­ye, yalnız Türk değil, medenî bir dev­let olarak böle bir faciaya müsaade edemez.
Bu dâva, daima fesatçı, tahrikçi ve ge­nişlemeci olan kilisenin davasıdır. Kilise yüz küsur yıldan beri uslu durma­mıştır. Otuz üç yıl önceki Anadolu fa­ciası da onum eseri idi.
Kilise İstiklâlde durmadı. Girit'te dur­madı. Avrupa Türkiyesi sınırlarında durmadı. Nihayet İtalya'nın Türkiye'­den almış ordusu, Anadolunun pek tabii savunma bölgesi lâzım adalarda da durmaz. Hemen Bizans dâvasını açar. İzmir ve İstanbul, nihayet Puntos ve Anadolu fesatlarını çıkarıp Kiliseye bir ders vermek lâzımdır.
Londra Konferansı m illetler ar ası ba­rış havasının yürekleri az çok ferah­landırdığı bir zamanda toplanmakta­dır. Yunanlılar bu havayı bulandıran tek devlet olarak kalmaktan çekinmelidirler Yunan kilisesi. Hitler ve Mussolini kuvvetinde de olsa, nihayet onların akıbetlerine uğrar.
Yunanlılarla dost olmak, kalmak isti­yoruz. Yunanlılar bu fikirde değilse,, onların Anadolu kıyılarında ne işleri olduğunu sormak vazifemizdir. Yarın Türkiyenin düşmanlarına üs olarak varilmcısi bizim içîn en. büyük tehli­ke olan bütün adalar meselesini ele almamaklığımız vazifemize hıyanet et­mek olur.

Londra konferansı
Yazan: A. Ş. Esmer
31/8/955 tarihli (Ulus) tan:
Kıbrıs dahil olmak üzere batı Akde­niz emniyeti meselesini görüşmek için üçlü konferans İngilterenin davetiyle Londrada toplanmıştır. Üçlü konfe­ransta görüşülecek olan mesele haki­katte Kıbrıs meselesi dir. Kibrisin. Yunanistana ilhakı için ada Rumları tarafindan girişilen teşebbüsün eski bir tarihi vardır. Denilebilir ki bu yoldaki te­şebbüsler Kıbrıs'ın İngiliz idaresine terki zamanlarına kadar geri gider. Fa­kat meseledeki yenilik, dâvanın res­imsi Yunan Hükümeti tarafından be­nimsen m esin dedir. Yakın zamanlara kadar Yunan Hükümetleri bu yola git­mekten çekinmişlerdi. Venizelos Bi­rinci Harbden sonra toplanan Versaillas ve Lausanne Konferanslarınd'a Kıb­rıs hakkında iddia ileri sürmekten çe­kindiği gibi. iki harb arasında Yunan hükümetleri bu konu üzerinde İngilte­re ile karşı karşıya gelmek istememiş­lerdir.
İkinci Harbden sonra Yakın doğuda İngiliz nüfuzunun zayıflaması ve Ame­rikanın bu bölgede büyük kuvvet halinde belirmesi Yunanlılara cesaret vermiştir. Papasların ve bazı politika­cıların baskısı ile meseleyi ele alan Papagos hükümeti önce İngiltere ila görüşmek istemiş ve o sıralarda Dış­işleri Bakana olan Eden'in sert red ce­vabı üzerine, dâva Birleşmiş Milletlere intikal ettirilmiştir.
Yunanlıların güvendikleri vasiyetler şöyle hülasa edilmiştir.
1  En eski gü­venleri Amerika'dır. Amerika'da kala­balık ve nüfuzlu bir Yunan kolonisi vardır. Bu Pressure Graun (baskı gru­bu) vasıtasıyla Vasington Hükümetini tazvik edeceklerini ummaktadırlar;
2  İngilterede liberal düşünceli bir­çok JcJmstler öteden beri Yunanistana karşı sampati göstermiştir. Bu zümre­nin yardımına Yunanistan çok güven­mektedir.
Esasen Amerika'da sömürgecilik aley­hinde geleneksel duygular vardır. Ken­dini idareye elverişli olan sömürgelere otonomi ve bağımsızlık varmak de İngilterenin politikasi halini almıştır. Eğer Kıbrıs meselesi, şiddetli propagan­da neticesinde. Amerikan ve İngiliz ef­kârına bir sömürge dâvası gibi gösterilecek olursa, Yunanistan her iki memlekette de kendi lehine taraftar­lar toplıyacaklarını ummuş ve propagandayı ona göre ayarlamıştır.
Türkiyenin müdahalesi:
Yunanistan’ın, bu propagandasında bü­yük başarı elde ettiği şüphe götürmez. Geçen Birleşmiş Milletler toplantısına kadar, Yunanistan için mesele kolay görünüyordu. Bütün dünyanın nefre­tini uyandıran sömürge meselesinde İn­giltere île karşı karşıya idi. Fakat Bir­leşmiş Milletler toplantısı Türkiyeyi ikinci ilgili devlet olarak dâvaya karıştırdı. Türkiyenin müdahalesi pişmiş aşa su kattı». Zira Kıbrıs meselesi yal­nız bir sömürge dâvası olmaktan çıkarak, Yakın doğu'da en önemli bir dev­letin emniyeti dâvası halini aldı, Kıb­rıs meselesinin gecen asamble toplantısındâ görüşülmemesinin ballıca sebebi budur.
Bundan sonra Yunan Hükümeti Kıbrıs'tan tahkikât yapacak ada Rumlarını tedhiş hareketlerine şevketti  Maksat  adada anarşi yaratarak, Kıbrıs mesele­sini tekrar Birleşmiş Milletlere götür­mekti. İste bu şartlar altındadır ki. İngiltere Hükûmeti üçlü konfransı top­lantıya çağırmıştır.
Her bir ilgili devletin de Kıbrıs hakkın­daki görüşleri konferanstan önce açıkça belli olmuştur:
  İngiltere, Doğu Akdeniz ve Orta Doğunun   emniyeti bahanesiyle    Kıbrıstan çekilmek niyetinde değildir. Fa­kat adaya bir çeşit Self - Government(kendi kendini idare) vermiye hazırdır:
     Yunanistan    Şelf - Goverament(kendi kendini idare) değil Şelf Datermination (kendi kaderine hâkim olma)prensibinin tabikinde ısrar ediyor;
3  Türkiye şimdiki statüsünün de­vamına taraftardır. Fakat Fatin Zorlu'nun da ifadesine göre, eğer «Kıbrıs'ın statükosunda herhangi bir değişik­lik vukua gelecekse, Türkiye kendisi için tarihî ve coğrafi  sebeplerden oldu­ğu kadar askerî emniyet noktai nazar­larından ötürü de hayati bir iç ehemmîyeti haiz bulunan bu adadaki hüküm­ranlığın Türkiyeye iadesinin zaruri ol­duğuna inanmakladır."
Bugünkü görüş Londra Konferansında telif edilebilir mi? Çok şüpheli. Yu­nanistan ilhak dâvasında o kadar ile­ri girmiştir ki, bir uzlaşma formülü üzerinde mutabık kalmak mümkün olmıyacaktır. Eger Londra konferansı Yunanistan'ın itilâfgirizliğini belirtirse, dünya efkârı karşısında Yunan dâvası zayıflamış olur. Türkiye ve İngiltere bunu belirtmiye çalışmalıdırlar, kon­feranstan başka bir kazanç sağlamala­rı mümkün değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder